Hepimizin ve herkesin mutlaka bir gaye-i hayali vardır. Bu hedef, dünya için de ahiret için de olabilir; insanoğlunun seçim ve talebine bağlıdır.
Risale-i Nur'u okuyan, imanını bu eserlerle kurtarmaya çalışan ve kendini iman ve Kur'ân hizmetine adamak isteyenler, zihinlerinde, kalplerinde ve ruhlarında tek bir gayeyi belirlemişlerdir:
Kur’ân hakikatleriyle imanlarını muhafaza etmek, onun muhteşem tefsirleriyle imanın mertebelerinde yol almak, nefislerini ve şeytanlarını susturup ikna etmek... Ardından başkalarının imanını kurtarmak için durmaksızın çalışmak, çalışmak, çalışmak…
Eğer bu gaye-i hayal aklın, kalbin ve ruhun merkezine yerleşirse, dünya bomba olup patlasa bile o hâdime zarar veremez; hatta ilgisini bile çekmez. O, sadece “Allahuekber, Allahuekber! Rabbimin Celâl ismi tecelli ediyor.” der.
Bu zamanda küfür, dalalet, sefahet ve israfın etkisi insanı rahat bırakmadığı gibi, ehl-i iman ve hizmet ehline de musallat olmaktadır. Onları perişan eder, birbirlerine düşürmeye çalışır, hizmetlerini akamete uğratır ve en küçük bir zarar veremediğinde bile en azından gaye-i hayallerini dünyaya dair basit hedeflere yönlendirmeye çabalar.
Oysa iman kuvvetli olursa, Kur’ân hakikatleriyle sürekli beslenirse ve imanın mertebeleri akla, kalbe ve ruha birer pencere gibi açılıp seyredilirse ehl-i imanın gaye-i hayali gerçekleşmeye başlar.
Madem ki fânî dünyanın işleri burada kalacaktır, o hâlde asıl gaye bâkî alemin bâkî işlerine yönelmektir. Kişi hayatını bu hedefleriyle bâkîleştirmeli, ebediyete yönelik olmalı ve onu kazanmaya çalışmalıdır.