Marksistlerin sınıfsız tek tip bir toplum hedefine ulaşmaları mümkün olmadı, zira üretim teknolojisine hükmetmeyi başaramadılar.
Komünist ve sosyalist devletlerin teknolojik yarışta geri kalmaları, ideolojilerinin ve kurulu düzenlerinin zayıflamalarına ve komünist toplum ile yönetici sınıf arasında -deyim yerindeyse- yeni bir “komünist burjuvazi-emekçi” gerilimi oluşmasına, nihayette hemen hepsinin birer milliyetçi ulus devlet formunu almasına sebep oldu.
Ancak bu yenilginin özellikle masonik yapılanmalar gibi hep el altından faaliyet gösteren burjuva kesimleri için önemli sonuçları oldu. Burjuvazi; topluma sunamadığı bir şeye, ideoloji, din, milliyetçilik gibi, toplumu yönetmekte araç olarak kullanabileceği bir enstrümana sahip olma imkanını yakalamıştı.
20. Yüzyılın başlarında modernizm eleştirisi yapan Frankfurt ve Viyana Okulu gibi çeşitli ekollerin çalışmaları, burjuvaya devletlerle birlikte toplumu da değiştirme ve hükmetme fırsatını verdi. Zira bu okullar yerleşik düzenin zayıflamış kurumları olan faşist ve komünist devletleri, dilleri, kültürleri ve sosyolojileri eleştiri yağmuruna tutuyor, bunun yanında bu kurumlar karşısında oldukça zayıf durumda olan bireyi öne çıkarıyorlardı. “Yapıbozum yöntemi” ile her tarihi, sosyolojik, dini ve felsefi kurumu parçalayıp yeniden inşa etmekle yerleşik bütün kavram ve kurumları tersyüz edebileceklerini düşünüyorlardı. Hümanizmin bütün bir Hristiyan ve feodal dünyayı değiştirip modern dünyayı netice vermesi gibi; Hümanizmin bir evladı olan Marksist felsefe ile burjuvaya ikinci bir hümanist devrim gerçekleştirme şansı doğmuş oldu.
İkinci Dünya Harbinin yıkıcı sonuçları, devletlere olan güvenin zayıflamasına yol açmış ve bireysel özgürlükleri geliştirebilecek mekanizmalar ortaya çıkmaya başlamıştı. Hümanist devrimle krala ve kiliseye üstünlük sağlayan toplumlar modern devletler meydana getirmişlerdi; bu defa sınırların geçirgenleştiği, kapitalizme uygun ve Marksist felsefenin zihni altyapısını kullanan, büyük şirketlerin, araştırma kuruluşlarının ve düşünce kuruluşlarının egemen olduğu burjuvazik bir sisteme dönüşen bir dünyayı gözlemlememiz gerekiyordu.
Avrupa’da barışı tesis etmek ve savaşın yıkıcı etkisine işaret etmek üzere Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kuruldu. Birleşmiş Milletler gibi küresel ve bölgesel kurumlar ortaya çıkmaya başladı. Bunun yanında devletlerin güçlerinin zayıfladığı, milletlerin temel değerlerinin sarsıldığı bir durumda yer yer masonluk tarzı gizli şekilde yapılanmalar içinde kendini gösteren burjuvanın bir kısmı için doğrudan hem siyasete hem de sosyolojiye etki edebilmenin, hatta hâkim olabilmenin yolu da açılmış oldu. Zira yeni kurulacak dünyanın finansmana ihtiyacı vardı ve milliyetçilik gibi, din gibi ulus devletlerin dayandığı ve sermayenin önünde sürekli barikat kuran kurumların para ile ehlileştirilmesi ve nihayette baypass edilmesi için bir fırsat doğmuştu.
18. Yüzyıl liberal düşüncesinden çok farklı bir şekilde, iki dünya savaşı, faşizm ve komünizm tecrübesinin felaketler üretmeye başlaması hengamında bireye ve kişisel özgürlüğe dayalı, yönetim erkini zayıflatan, dolayısıyla burjuvazinin önündeki önemli engelleri kaldıran bir ortam meydana geldiğini bir kere defa ifade etmek gerek. Artık Neoliberalizm denilen ve aslında birey özgürlüğü perdesi altında sermayenin dünyayı yönetmesine olanak tanıyan yeni tip bir Korporatizm-Şirketokrasi kendisini göstermeye; ayrıca her ikisi de birey özgürlüğünü savunan farklı iki yapı aynı coğrafyada gelişmeye başlamıştı. Birinci kısım Avrupa Birliği gibi insan hak ve özgürlüklerini savunan yeni bir “demokratik yönetişim” modelini inşa etmeye girişmiş; ikinci kısım ise aslında tam da demokrasiyi perde altında yok etme arzusunda olan ve birey özgürlüğünü adeta bireyi işlevsizleştirecek, yeme, içme, gezme ve yükümlülükten sıyrılan bir inanma durumuna indirgemiş, üst yapılara müdahale edemeyen, etmek ihtiyacı hissetmeyen bir unsur haline sokmak için çabalamaya başlamıştı.
Bugün dışarıya karşı oldukça özgürlük yanlısı gözüken ancak dinleri, kültürleri, yani insanlığın sahip olduğu mirası reddeden, Marksizm’i genel olarak benimsemiş olan, dolayısıyla gerçekte birey insanı da önemsemeyen yeni tip bir burjuvazi ile karşı karşıyayız. Neoliberaller yeni bir insan tipi ve dünya düzeni üretmek üzere, sahip oldukları büyük finans gücüne dayanarak, akademi, felsefe, güzel sanatlar -bilhassa sinema-, bilim ve teknoloji dünyasını seferber ederek “kendi evrimini kurgulayan” bir insanlık hayali için uğraşmaktadır. Artık Kapitalizmi ve Marksizmi mezcetmiş Neoliberal burjuvazi için dünyaya hükmetme sıradan bir iş haline gelmiştir. İnternet, uzay araştırmaları, medya platformları, ülkelerin merkez bankaları, borçlandırma ve istikrarsızlaştırma girişimleri vs. ile dünyaya yeni bir şekil vermeye çalışan ve adına Transhümanizm denilen büyük projeyle insanı adeta tanrı düzeyine çıkarmaya azmetmiş bir “Deccal” ile karşı karşıyayız. Evreni insanlığın kalıcı memleketi kılmak uğruna insan zihnini, sürekli geliştirilen sibernetik bir doku ile eşleştirmeye çalışan bu zihniyet insanlığın devlet din, kültür, aile gibi tarihi mirasını yok etmek için çabalamaktadır. Şimdilerde Marks’ın söz ettiği emek-sermaye krizinden çok daha büyük bir felaket önümüzde durmaktadır. Yapay Zekânın bu habis düşünce tarafından kullanılması ile ortaya çıkacak yeni dünyada “homosapiens”in ortadan silinmesi kaçınılmaz olacaktır. Şimal Cereyanı, yani Ahirzamanın Büyük Deccalı artık sokaklarımızda arz-ı endam etmektedir.