Kastamonu ve havalisinin manevî dinamiklerinden merhum Mehmet Feyzi Efendi’yi müteaddit defalar ziyaret etmek nasip oldu. Her ziyaretimizde ayrı bir feyiz, ayrı bir manevî lezzet alıyorduk. Kastamonu’ya ya Eflani üzerinden, çoğu defa da Karabük-Araç üzerinden gidiyorduk.
Babam (Mustafa Sungur) köye her gelişinde ekseriyetle Mehmet Feyzi Efendi’ye gider, hizmete dair hususları anlatır, onun görüş, düşünce ve duâlarını alırdı. Bir defasında -1976-77’li yılıydı sanıyorum- merhum babam yanında Tireli Nihat Kurtça ile birlikte gelmişti. Nihat Abiyi Mehmet Feyzi Efendi’ye götürmek istiyordu. Karabük’ten Süleyman Aslan Ağabeyin arabası ile İbrahim Çeneli ve ben birlikte Kastamonu’ya gitmek üzere yola çıktık. Yolda Nihat Kurtça devamlı Mehmet Feyzi Efendi aleyhinde konuşuyor, “Böyle Nur Talebesi mi olur? İnziva hayatı yaşıyor. Dolaşması lâzım, insanlarla görüşmesi lâzım” diye merhum Mehmet Feyzi Ağabeyimiz hakkında verip veriştiriyordu. O yıllarda siyasî hava bir hayli revaçta olduğundan Nihat Kurtça da Adalet Partisi sempatizanlığı yapıyor, Mehmet Feyzi Efendi’nin Alparslan Türkeş’in partisine taraftar olduğu hissi ile hareket ederek o yüzden tenkit ediyordu. Halbuki Mehmet Feyzi Efendi’nin siyasetle ve siyasilerle bir işi yoktu. Sadece kayınbiraderi Enver Bey MHP Kastamonu il başkanlığı yapıyordu. Bir de o yıllarda ziyaretine gelenlere komünizm tehlikesine karşı hamiyet-i diniye, hamiyet-i vataniye ve hamiyet-i milliye hususlarına temas ettiğinden MHP’ye daha yakın duruyor diye algılanıyordu.
Yol boyunca Nihat Kurtça durmadan konuşuyor, mübarek ağabeyimize sitem ediyor, “Böyle Nur Talebesi mi olur? Bu nasıl Üstad’a bağlılık? Risale-i Nur’da eve kapanmak mı var? İnziva var mı?” diye devamlı Mehmet Feyzi Abimizi taşlıyordu. Babam bir iki sefer “Böyle konuşma” vesaire dediyse de dinlemiyordu. Demek ki babamın sessizliğinin sebebi “Bizzat Mehmet Feyzi Efendi’yi yakından görsün, baksın, tanısın” düşüncesiydi ki ziyaretine götürüyordu. Neyse, bir buçuk saatlik yolculuktan sonra Kastamonu’ya vardık ve doğrudan Mehmet Feyzi Efendi’nin evinin bulunduğu sokağa ulaştık. Evi; bahçe içinde etrafı tahta şarampollerle örtülü, büyük ahşap dış kapısı olan eski Kastamonu evlerindendi. Zili çaldık, bekliyoruz. Birinci, ikinci çalışta kapı açılmadı. “Üçüncü defa da çalalım, eğer açılmazsa ona göre hareket ederiz” dendi. Ama bu arada Nihat Kurtça yerinde duramıyor, bir oraya, bir buraya volta atıyor, kapının yivlerinden, şarampol aralıklarından içeriye bakıyor, “Bak hâlâ açmadı, açmıyor” gibi lâflar ediyordu. Bir süre sonra nihayet kapı içeriden otomatik olarak açıldı ve hep birlikte girdik. Evi iki katlı olduğundan evin kapısından girerken baktık ki; mübarek kolları sıvalı vaziyette yukarı katta merdivenlerden iniyor. “Kusura bakmayın kardeşim, abdest alıyordum, o yüzden geciktim, kapıyı hemen açamadım” diye özür beyan etti. Alt katta hemen kapının girişinde sağ taraftaki odasına bizleri buyur etti. Odada hemen sağda bir karyola, karşıda ve yanda sedir vardı. Biz sedire geçip oturduk, kendisi de cübbe ve sarığını giyerek karyolasına bağdaş kurarak oturdu. Hoşâmediden sonra mübarek; su-i zan ve gıybet mevzuundan sohbete, konuşmaya başladı. Hucurât Sûresi’nden âyet ve bu hususla alâkalı hadisler okuyarak su-i zan ve gıybetin katiyen caiz olmadığını, haram olduğunu; hatta dışarıdan evi gözetlemenin, tecessüsün katiyen haram olduğunu ve hatta kapının yivlerinden bakarken içerden bakanın şişle gözü oyulsa diyet vermek lâzım gelmediğini, şer-i şerîfin bu hususta çok hassasiyet gösterdiğini anlattı. Bununla ilgili Barla hayatında Üstada hizmet eden Hafız Halit Efendi’den bir hatıra nakletti.
Hz. Üstad Barla’da iken Hafız Halit her gün öğle ikindi arası Üstadın evine gelir, evini süpürür temizler ve her ne hizmet varsa yapıp evine dönermiş. Günlerden bir gün Üstadın evine varıyor. Bir de ne görsün! Dışarıda, avlu kapısında bir kadın ayakkabısı… Hemen kendi kendine şöyle diyor: “Hazret-i Üstad sadece erkeklere mi tebliğ ve irşat yapacak. Elbette hanımlara da yapacak. Demek ki içeride o yüzden bir kadın var” diye düşünerek evine gerisin geri dönüyor. Ertesi gün Üstadın evine gidince Hazreti Üstad; “Hafız Halit, dün gelmedin. Niye gelmedin?” diye sorduğunda Hafız Halit, “Geldim Üstadım, ama dışarıda bir kadın ayakkabısı vardı. O yüzden içeri girmedim ve eve döndüm” diye cevap veriyor. Üstad; “Peki ne düşündün? O sırada kalbin nasıldı?” diye soruyor. Hafız Halit; “Üstad sırf erkeklere mi irşat ve tebliğ yapacak? Elbette kadınlara da yapacak diye düşündüm ve gerisin geriye döndüm Üstadım” deyince Hz. Üstad sırtını sıvazlıyor. “Tam… Tam… Kalbi de altın gibidir” diyerek iltifat ediyor. Yani kalbine en ufak bir şaibe ve kötü düşünce gelmiyor diye. Sonra Hazreti Üstad anlatıyor: “Kardeşim, dün nahiye müdürü geldi hanımı ile beraber. Hanımı ‘Hoca efendiye beni bir götür. Bir görüp, ziyaret edeyim, duâsını alayım’ demiş. Demek ki hanımı edebinden dış avlu kapısında ayakkabısını çıkarmış. Müdür ise iç kapıya kadar rap rap ayakkabısıyla girmiş.” Bu hatırayı anlattı.
Mehmet Feyzi Efendi; bilmeden, tanımadan, vâkıf olup tam muttali olmadan bir meselede veya bir kişi hakkında konuşmamak gerektiğini ve bu gibi hususların bu kadar hassas olduğunu vurguladı. Ağabeyimiz bunları anlatırken gözüm bir ara Nihat Kurtça’ya ilişti. Mübarek, heyecandan hop oturup hop kalkıyor, hayret-i mucip bir şekilde vücudunu sağa sola hareket ettirerek adeta yerinde duramıyordu.
Mehmet Feyzi Efendi daha sonra Üstad Hazretleri’ne olan muhabbet ve sadâkatinden bahisle küçük bir kutuyu açtı ve “Bu, Üstadımızın mübarek dişidir. Ben vasiyetime yazmışım ki; bu dişi ben vefat edince ağzıma koyun. Belki hata ve kusurlarımın affına vesile teşkil eder…”
Bu arada Mehmet Feyzi Efendi yeleğinin cebinde taşıdığı küçük enfiye kutusundan iki parmağının arasına aldığı enfiyeyi burnuna çekiyor, “Bu beni hüşyar tutuyor” diyordu. Sonra başka bir kutudan ancak elle zor tutulabilir küçük küçük 5-6 adet kurşun kalemler çıkarıp; “Bunlar Üstadımızın zamanında Nur Risaleleri’nin yazıldığı kalemlerdir” diye gösterdi. “Elle zor tutulacak hale gelinceye kadar Üstad bu kalemleri kullandırır, yazdırır” diyerek Üstad Hazretleri’nin her hususta iktisada çok riayet ve dikkat ettiğini ifade etti. Sonra Üstad Hazretleri ile birlikte olduğu dönemlerin bambaşka bir feyiz ve haz vesilesi olduğunu ve bir yâd-ı cemîl olarak ebediyen kalp ve ruhunda tesirinin devam ettiğini anlattı. Mübarek ağabeyimiz sohbetini bitirince “Siz hoş gelmişsiniz, safalar getirmişsiniz kardeşim” diye bir iki sefer bu cümleleri tekrar etti. Sonra öğrendik ki, böyle deyince “Haydi artık kalkın, gidin” manasında söylüyormuş. Biz de müsaade isteyerek elini öpüp huzurundan ayrıldık. Kapıdan dışarı çıktıktan sonra Nihat Kurtça, “Sungur Abi, ben mahv u perişan oldum. Mübarek sanki yol boyunca benim konuşmalarımı dinlemiş, duymuş, bana cevap verdi. O konuşurken keşke yer yarılsaydı da yerin dibine girseydim. O kadar utandım, mahvoldum. Bu mübarek ağabeyimize karşı biz bilmeden, tanımadan ne kadar buğzetmiş, su-i zanda bulunmuşuz. Çok büyük hata ve vebali işlemişiz. Allah affetsin” diye pişmanlık ve nedametini dile getirdi. Babam da; “Gördün mü? Bir daha böyle bilmeden, görmeden, tanımadan kimse hakkında konuşup, atıp tutma” diye Nihat Kurtça’yı ikaz etti ve “Dersini almış olmalısın” diye kendisine ihtar etti.