Arapça olan “nasihat” çok kapsamlı bir kelimedir. Aynı şekilde “felah” kelimesi de.. O kadar ki, bazı dil bilimcileri; nasihat ile felah kelimeleri kadar dünya ve ahiret hayırlarını bünyesinde toplayan kelime olmadığını söylerler.
Ayet-i kerîmede Rabbimiz, “Ben size öğüt veriyor, sizin iyiliğinizi istiyorum.” buyuruyor.1
Nuh Aleyhisselâmın ağzından ümmetine hitaptan ibaret olan bu ayet-i kerîmenin tamamının meali şöyledir:
“Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından gelen vahiyle sizin bilemeyeceklerinizi biliyorum.”
Bütün peygamberlerin risaleti birdir. Bütün peygamberler Allah’dan aldıkları vahyi insanlara tebliğ edip, ulaştırmışlardır.
A’râf Suresi, 68. âyetin meali de şöyledir: “Ben sizin için emin bir nasihatçıyım.”
Ebû Rukayye Temîm İbni Evs ed-Dârî’den (ra) rivâyet edildiğine göre, Nebî Aleyhissâlâtü Vesselâm Efendimiz, “Din nasihattır” buyurdu. Biz kendisine sorduk:
“Kimin için nasihattır?
Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu:
“Allah, Kitabı, Resulü, mü’minlerin yöneticileri ve tüm Müslümanlar için nasihattır.”2
**
Behlül Dânâ Hazretlerinin Halife Harun Reşid’e bir nasihati de soru-cevap şeklinde olmuştur:
“Ey Harun Reşid! Yer içinde, yer üstünde ve göklerde çok olan nedir?”
Harun Reşid:
“Bunu bilmeyecek ne var? Yer içinde ölüler, yer üzerinde hayvanlar ve bitkiler, gökte ise meleklerdir.”
Behlül Hazretleri:
“Öyle değil. Yer içinde çok olan ölülerin pişmanlıklarıdır, yer üzerinde insanların hırs ve tamâhıdır, gökte ise âdil hükümdarların sevâplarıdır.”
MAKAM VE DAYAK
Behlül Dâna, bir gün Halife Harun Reşid’in huzuruna gelir. Bakar ki Halife tahtında yok, fırsattan istifade geçip onun tahtına oturur. Aradan biraz vakit geçer, koruma görevlileri tahtta halifeden başka birinin oturduğunu fark ederler. Hemen aşağı indirip, dövmeye başlarlar.
Bir müddet sonra Halife gelince bakar ki, Behlül yerde oturmuş ağlıyor. Hemen yanına gidip sorar:
“Ne oldu? Niçin ağlıyorsun?”
Behlül cevap vermez, üstelik sorudan sonra daha fazla ağlamaya başlar.
Halife bu kez koruma görevlilerine dönüp sorar:
“Ne oldu buna?”
Görevliler:
“Sultanımız, bu adam sizin makamınızda oturuyordu. Biz de akıllansın diye onu biraz dövdük. Ondan ağlar!”
Bunu duyan Behlül lâfa girer:
“Ben o yüzden ağlamıyorum. Bu garip Halife için ağlıyorum. Ben ömrümde bir defa bu makama oturmam sebebiyle bu dayağı yedim. Sen ise her gün oturuyorsun. Sen acaba ne kadar dayak yiyeceksin..”
**
Ahirzaman Müceddidi Bediüzzaman der ki:
“Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum:
Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye [eski zamanlara] kıyas ederek, yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddea ve müteharri-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.
İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i Şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hâle mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler.”3
Dipnotlar:
1- A’râf sûresi, 62
2- Müslim, İman 95; Buharî, İman 42; Ebu Davud, Edeb 59; Tirmizî, Birr 17; Nesaî, Bey’at 31, 41
3- Divan-ı Harb-i Örfî, Hürriyete Hitap.