Bu başlığı emekli hâkim Orhan Gazi Ertekin’in sosyal medyadan paylaştığı yazısından ilhamla attım.
23 Mart sabahı başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu olmak üzere toplam 25 kişi tutuklanmıştır. İmamoğlu’nun savcılık sorgusuna dair ortaya çıkan metinler, Türkiye’de hukukun içinde bulunduğu vahim tabloyu bir kez daha gözler önüne serdi. Ancak bu tablo, sadece İmamoğlu’na yönelik münferit bir durum değil; iktidarın muhalefeti yargı sopasıyla sindirme stratejisinin bir parçası gibi duruyor. Zira seçimle göreve gelmiş bir belediye başkanının hakkında çeşitli sebeplerle 35 tane soruşturma açılması, usulsüz şekilde diplomasının elinden alınması, hukukun nasıl bir araç hâline getirildiğinin en açık örnekleri arasında...
Benzer şekilde, Selahattin Demirtaş’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararına rağmen içeride tutulması, Ümit Özdağ’ın tutuklanması gibi olaylar, siyasî farklılıkların ötesinde hukukun iktidar tarafından nasıl keyfî biçimde işletildiğini gösteriyor. İktidar, kendisine potansiyel bir tehlike olarak gördüğü herkesi yargı yoluyla baskılamaya çalışıyor ve bunu ana akım medya aracılığıyla meşrulaştırıyor. Medya sansürü ve hukukî manipülasyon, toplumun gerçekleri öğrenmesini engelleyerek, adalet sisteminin meşruiyetini daha da zedeliyor.
Bu noktada hukukî çerçeveden bir adım dışarı çıkıp, içinde yaşadığımız düzeni sorgulamak gerekiyor. Eğer benzer bir süreç muhalefetin değil de iktidarın başına gelseydi, muhtemelen “big data” ve “gözetim kapitalizmi” tartışmaları açılacak, “Büyük Birader bizi izliyor” söylemleri havada uçuşacak. Bunun bir George Orwell distopyası olduğuna dair felsefî analizler yapılacaktı. Hatta bir adım ileri giderek, bu durumun meşhur ‘Black Mirror’ dizisinin bir bölümündeki gibi işlendiğini söyleyen yorumcuları bile görürdük. Ancak ne hikmetse, işin içinde “küçük enişte” olunca mesele konuşulmaya bile değer bulunmuyor.
Buradaki temel problem şu: Hukukun en temel prensiplerinden biri, bir eylemin suç olarak kabul edilmesi için maddî unsurlarının net olmasıdır. Ancak burada, hukukî gerekçeler yerine gizli tanıkların ifadeleriyle delil üretilmeye çalışılıyor.
Yıllardır ceza pratiği içinde olan herkesin bildiği gibi, gizli tanıklar çoğu zaman kendi dosyasında acizlik hisseden savcıların suç delili üretme aparatıdır. Ancak bu soruşturmada bununla da yetinilmemiş, gizli tanık tarafından iletilen bir ses kaydı soruşturmanın temel dayanağı haline getirilmiştir. Eğer bu tür hukuksuz delilleri ve soruşturma yöntemlerini “normalleştirirsek”, bunun sonu gelmez. Bugün bir kişi hakkında delilsiz ve keyfî bir şekilde suçlama yöneltilebiliyorsa, yarın herkes için aynı yöntem kullanılabilir. Düşünce suçu diye bir kavram kabul edilemez. Birinin bir şey söylemesi, doğrudan suç işlediği anlamına gelmez. Ancak hukukun siyasallaştığı ortamlarda, niyet okuma üzerinden cezalandırmaların yolu açılabilir ve bu, hürriyetler açısından büyük bir tehdittir.
Sonuç olarak, ortada ciddî bir hukukî kriz var. Bu kriz, sadece belirli siyasî figürlerin yargılanmasıyla sınırlı değil, aynı zamanda hukuk devletinin temellerini de sarsıyor. Hukukun siyasallaşması, sadece belirli kesimleri değil, tüm toplumu etkileyen bir meseledir. Eğer adalet herkes için işlemezse, sonunda hiç kimse için işlemez. Bugün göz yumulan hukuksuzluk, yarın başkalarını hedef alabilir. Bu yüzden, adaletin araçsallaştırılmasına karşı çıkmak, sadece hukukî bir mesele değil, aynı zamanda insanî ve demokratik bir sorumluluktur.