Yakın tarihin, bilhassa 1930’lar Türkiye’sinin en mühim hadiselerinden biri, Said Nursî ve talebelerinin 1935-36 yıllarında mâruz kaldığı Eskişehir Mahkemesidir.
Öyle ki, Şeyh Said Hadisesi (1925) ve Menemen Vakasından (1930) sonra kayda geçen en etkili, en hacimli (120 kadar maznun) bir vukuattır. Her ne kadar, bu hadise örtülü ve perdeli tutulmaya çalışılmış olsa da…
İnkılapçılar ve jakobenler tarafından örtülü tutulmasının en mühim sebebi, suç unsurunun bulunmaması, ellerine malzeme geçmemesi, menfi bir gelişmeye açık olmaması, karalamakla istismar edilememesi, üzerinde menfi propaganda yapacak bir cihetin bulunamaması…
İnsaftan, vicdandan mahrum olan mantık da şu: Madem bu dindar insanlar suç-cinayet işlemiyor, dolayısıyla kötülenemiyor, karalanamıyor; eh, o halde biz de üzerini kapatalım gitsin.
Bir başka nokta da şu: Mahkemede “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” diye soruluyor, ancak, Bediüzzaman’ın vermiş olduğu cevap kayda geçilmiyor. Aynı konu, 1943 Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde tekrar ediliyor ve burada kayda değer bulunuyor. Buradaki sır şudur: Said Nursi’nin Cumhuriyet hakkındaki cevabını doğru buldukları halde, işlerine gelmediği için resmî kayıtlara geçirmiyorlar. Düşünün ki, hukuk-adalet ne hale getirilmiş…
1920’lerin başında Eskişehir’de istilacı düşmana karşı şânlı-şerefli bir meydan muharebesi yapıldı; 1935’te ise, aynı yerde bu kez din düşmanlarına karşı mahkemede muharebe yaşandı.
Aslında, o tarihlerde işlenen daha başka hukuk cinayetleri de var; ancak, asıl konudan uzaklaşmamak için şimdilik bu kadarlıkla yetinelim.
*
Bediüzzaman Said Nursî ve talebelerinin 1935-36’larda Eskişehir Mahkemesinde yapmış oldukları sorgulama ve mahkeme müdafaaları, birbirinden farklılık arz eden iki ayrı şekilde yazılı kayıtlara geçmiştir.
Birincisi: Bediüzzaman ve talebelerinin orijinal müdafaası ki, bunların bir kısmı Tarihçe-i Hayat ve Müdafaalar isimli eserlerde yer alıyor. Resmî saptırmalar-perdelemelerin olabileceği ihtimaline karşı böyle bir tedbir alınmıştır.
İkincisi: Gerek sorgulama ve gerekse mahkeme safhalarında yazılan resmî metinler, yapılan müdafaayı aynen yansıtmıyor. Burada keyfî tasarruflar söz konusu. İstedikleri tabiri koymuşlar, istemediklerini çıkarmışlar. Dolayısıyla, resmî tutanaklar, tarihî belge niteliğinde olmakla beraber sıhhatli değildir.
Bu ayrımı bilmeyenler, konuyu araştırdıklarında yanılgıya düşebiliyorlar. İşte, bundan yıllar önce resmî mahkeme tutanakları ile Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinde okumuş olduğu müdafaa metinlerini karşılaştıran HaberTürk’ten Murat Bardakçı da aynı hataya düşenlerden. 2009’da kendisine gerekli izahları gönderdik; ancak, konuya dair ilave bir açıklaması olmadı. Temenni edelim ki, geleceğin araştırmacıları meseleye daha bir hassasiyetle eğilsinler.
*
Belgelere dayalı araştırmalarda hata nerede ve nasıl işleniyor?
Elcevap: Meselâ Said Nursî’nin, 1935’te kendisini mahkemeye (Eskişehir Mahkemesi) sevk eden muhbir ve iğfalci gizli düşmanları hakkında söyledikleri ile mahkeme heyetine olan hitap şekli eserlerinde aynen yer aldığı halde, mahkeme zabıtlarında ise kelimenin tam anlamıyla değiştirilek kayda geçilmiş.
İşte, bu kasdî çarpıtmayı bilmeyenlere göre, Said Nursî, güyâ Tarihçe–i Hayat isimli eserinde hakimlere hitap ederken sert bir uslûp kullanmış, buna mukabil resmî zabıtlarda yumuşak bir uslûpla hitap etmiş.
Haliyle, araştırmacılarda şöyle bir tereddüt uyanıyor: Acaba, Said Nursî’nin Tarihçe–i Hayat isimli eseri gerçeği yansıtmıyor mu?
Konuya dair Tarihçe–i Hayat’tan misal olarak iki hitap cümlesi:
“İşte, ey Türkçülük dâvâ eden mülhid zalimler!”
“Ey heyeti hakime! Bu uzun ifadâtımı dinlemekten usanmamak gerekir...”
İşte bu tarz sert ifadeler, söz konusu resmi müdafaa metinlerde yok.
O halde, hata, yanlış nerede?
(Devamı var)