Şeyh Said Hadisesi, bundan tam yüz yıl önce bugünlerde patlak verdi: Şubat 1925.
O tarihte, vatana-millete zerrece faydası olmayan çıkılmaz bir yola girildi, maalesef. Hadisenin en acıklı tarafı şudur: Neticesi meşkuk bir dâvâ uğruna, bu topraklarda kardeş kanı akıtıldı. Bu vatanın bağrında derin bir yara açıldı. Açılan bu kardeşlik-vatandaşlık yarası, yüz yıldır kapanmadı gitti.
Yüz yıl önce, herkes taraflardan birine yamanmaya çalışıldı. İnsanımız tarafgir olmaya adeta zorlandı: “Ya inkılâplara kuvvet-şiddet yoluyla karşı gelen Şeyh Said’den yanasın, ya da inkılâpları cebir ve şiddet metoduyla gerçekleştirmek isteyen Kemal Paşa’dan yana olacaksın” dayatmasında bulunuldu. Mâkul olan bir “üçüncü yol”a yol verilmedi, ona imkân-fırsat tanınmadı. Oysa ki, “Hayru’l-umûru evsatuha” ölçüsünü veren İslâm dinine göre, dahilde kavgaya, çatışmaya, kan dökmeye izin-ruhsat yoktu.
Ne acıdır ki, taraflarca, İslâmın ölçüsüne göre hareket eden büyük müçtehid Bediüzzaman Said Nursî’ye kulak verilmedi. Gerginlik plânlı bir şekilde tırmandırıldı. O zâta kulak veren sağduyu sahipleri ise, şükür ki, kardeş kanını akıtma vebâline ortak olmadı. Demek ki, bir “üçüncü yol” formülü vardı ve bunu tatbik etmek imkân ve ihtimal dahilindeydi. Ama, kumpasçılar, bunun tahakkuk etmesine bile-isteye fırsat vermedi.
«
Şeyh Said Hadisesi’ni çok yönlü olarak araştırdığımızda, karşılaştığımız tablo kısaca şudur: 1925 yıl Şubat ayının ikinci haftasında Şeyh Said’in köyü Piran’a (şimdiki adı Dicle) giden jandarmalar ile köylüler arasında gerginlik yaşandı. Gerginlik çatışmaya döndü. Çatışmada en az bir jandarmanın öldürüldüğüne dair bilgiler var.
Hadise esnasında Şeyh Said’in o mahalde olduğu ve durumu yatıştırmaya çalıştığı rivayetine mukabil, onun etraftaki kanaat önderlerinden Kemalist yönetime karşı destek almak için Bingöl, Genç, Hani taraflarında olduğuna dair rivayetler de var.
İkinci rivâyete göre, Şeyh Said, Türkiye’yi bütünüyle Avrupaîleştirmeye çalışan Kemalistlere karşı silâhlı direniş için bir süredir faaliyetten bulunmakla beraber, bizzat kendisi “isyan” (kıyâm, ayaklanma) startını vermiş değildir. Demek ki, birileri erken davranıp Şeyh Said’in henüz netlik kazanmamış olan eylem planını provoke etmiştir.
«
Bölgede birkaç hafta süren silâh çatışma, Şeyh Said ve taraftarlarının kesin mağlubiyeti ile neticelendi. Bir ihbar sonucu Muş’un Varto ilçesinde yakalanan Şeyh Said, Diyarbakır’da kuruluna İstiklâl Mahkemesi tarafından 1925 yılı Haziran ayı sonlarında 47 arkadaşıyla birlikte idam edildiler.
Mahkeme kayıtları araştırmacılara açıldığında, hadisenin gelişme seyri hakkında daha sağlıklı bilgiler edinmek mümkün olur. Şu durumda ne söylense, ya eksik, ya fazla, yani hatalı olma ihtimali yüksek.
Meselâ, en çok merak edilen bir husus şudur: Tâ İstanbul’dan Seyyid Abdülkadir gibi âlim zâtları Diyarbakır’a celp eden onları idamla yargılayan İstiklâl Mahkemesinin dosyalarında, acaba Said Nursî ile ilgili ne tür bilgi ve belge var? Nursî’yi mahkemeye dahi çağırmadıkları halde, bir süre sonra meçhûl merkezli bir emirle neden sürgün cezasına çarptırıldı?
«
Yüz yıl sonra dönüp yakın tarihimizdeki bu hadiseler zincirine gelişmelere baktığımızda, zaman, müsbet iman dersinden ve dinî irşâd hiç geri durmayan Üstad Bediüzzaman ve talebelerini haklı çıkardığını görüyoruz: Zira, onlar Kemalistlerle hem çalışmadı, hem çatışmadı. Müsbet hareket metodu sayesinde, Kemalistler, onları açıktan vurup kıracak bir malzeme bulamadı. Aynı şekilde, Nur talebelerini sindirip yıldıracak bir yöntemi de bulamadılar. Ellerine koz geçiremediler. Sadece sû-i zan, evham ve şüphe üzerine ezâ-cefa çektirdiler. Sürgüne gönderildiler. Hapse atıp mahkemelere sevk ettiler.
Peki, netice? Neticede, hem Üstad Bediüzzaman, hem Nur talebeleri, hem de bütün Nur Risaleleri beraat etti.
İşte, müsbet iman hizmetinin bir mükâfatı olarak, harikulâde bir muvaffâkiyet, hatta bir muzafferiyet nimeti ihsan olunmuş oldu.