Mevzumuzun başlığını teşkil eden cümle, asrımızın müceddidi ve aynı zamanda Mehdîsi olan Bediüzzaman Hazretlerinin Şualar adlı eserinin 7. Şuasında şöyle geçmektedir: İmanın “her bir menfî mes’elesi dahi, bir müsbet hakikatın unvanı ve perdesidir.”1
İmanî meselelerin hem müsbet hem menfî vechesi vardır: “Evet ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-i Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar.”2 Hem “Takva namıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i salihadır.”3
İbadetin menfi meseleleri diye tabir edilen hastalıklar, musibetler, belalar, depremler, şeytan, günahlar müsbet hakikatın ünvanı ve perdesidir yani zeminidir. Nasıl toprak zemininde ağaç, sebze, meyve oluyor. Toprak zemini olmasa bunlar olmaz. Aynen öyle de imanın menfî meseleleri (zemini) olmazsa müsbet hakikatler onların üzerine bina edilmez.
“Öyle de çok zâhirî musibetler var ki İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur. Ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.”4
Basit bir fiil, failsiz olmadığına göre başımıza gelen olay veya hadiseler de kendiliğinden tesadüf eseri olarak meydana gelmez. “İzzet ve azamet isterler ki esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve ehadiyet isterler ki esbab ellerini çeksin tesir-i hakikîden.”5
Demek sebepler Allah’ın (cc) izzet ve azametine birer ünvan ve birer perde oluyor.
Kaderden atılan bir musibet taşına maruz kaldığımız zaman, yani başımıza gelen bir olay veya hadisede, “O bizi bizden daha ziyade düşünür” düşüncesiyle rahmet-i İlâhiye’nin izini, özünü, yüzünü görüp; kemal-i hikmetini, cemâl-i adaletini müşahede etmemiz gerekiyor.
Musibetlere ilâhî birer ihtar, birer ikaz; hastalıkların bir kısmı işlemiş olduğumuz günahlara karşı keffâret, bir kısmı gafletimizi dağıtarak beşerî olan aczimizi ve zaafımızı bildiren bir nevi huzur veren bir hadise; ölüme ebedî saadete geçiş vesilesi, depremlerdeki maddi zayiatlara sadaka ve vefat edenlere şehit nazarıyla bakabilirsek iman’ın bu menfî mes’eleleri bir müsbet hakikatın ünvanı ve perdesi derecesine çıkarmış oluruz.
Hem Kur’ân’da ve Risale-i Nur’da bazı kavramlar vardır ki onlar birer ünvandır. Kim o unvanın altına girerse o kişi, o ünvan ile anılır. Şeytan, Zülkarneyn, Mehdî, Süfyan, Deccal, İsa (as) gibi...
Şeytanın vasıflarını kim taşırsa o, şeytan ünvanı alır. İblis yani Azazil, meleklerle beraber Allah’a (cc) ibadet ederken ilmiyle dalâlete düşüp Allah’ın (cc) emrine rağmen Hz. Adem’e (as) secde etmeyerek rahmetten kovulup, şeytan ordusunun atası ve kumandanı olarak şeytan ünvanı almıştır.
“Isırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi dalalet bataklığındaki şerler ve habîs ahlâklar ile telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar, âdeta şeytanın mahiyetine girerler.”6
Bazı ahlâksız, zalim, şerli, itikatsız ve tahripkâr insanlar vardır ki bunlar şeytanın bir çeşit cisimleşmiş hâlidir. Şeytana ceset giydirilse, mezkur vasıfları taşıyan insan olur; o mezkur vasıflarlardaki insanın cesedi çıkarılsa, habis ruhlu bir şeytan olur.
Şeytan ünvanını alan radyo: “İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet eden şeytan, İstanbul’da Dikili Taş’ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o sesi işitecek ki: ‘O öldü!..’ Yani pek acip ve şeytanları dahi hayrette bırakan (radyo) ile bağırılacak, haber verilecek.”7
“Zülkarneyn ünvanı…”8: Kehf Suresi’nde adı geçen Zülkarneyn; mazlum milletleri, zâlim kavimlerin tecavüzlerinden korumak için set inşa eden biridir. Üstad Bediüzzaman’a göre Yemen hükümdarlarından birisi olup Hz. İbrahim (as) döneminde yaşamış, Hz. Hızır’dan (as) ders almıştır.
Risale-i Nur bu zamanda dehşetli dinsizlik cereyanına ve anarşiliğe karşı iman ve Kur’ân hakikatlerinden set inşa etmesiyle bir sedd-i Zülkarneyn’dir. “O dehşetli beladan birisi: Hristiyan dinini mağlub eden ve anarşiliği yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı bu vatanı manevî istilasına karşı Risale-i Nur bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî vazifesini görebilir.”9
Mehdî ünvanı ise: “Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u a’zam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.”10
Bu mezkur vasıflar kendinde cemolan (toplanan) şahıs, Mehdî veya Muhammed Mehdî ünvanını alır.
Dellâl-ı Kur’ân Said ünvanı: “Cemaate Sözler’i okumak zamanında, sendeki hissiyat-ı âliye ve fazla inkişaf ve fedakârane hamiyet-i diniye galeyanının sırrı şudur ki: Velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvetteki makam-ı tebliğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur’ân Said’in vekili belki manen aynı hükmüne geçtiğin içindir.”11
Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede hasta muayene eden doktor, dikiş diken terzi, saç kesen berber ünvanları aldığı gibi; Süfyan’ın vasıflarını gösteren süfyan, Deccalın vasıflarını gösteren deccal ünvanı alır.
Elhasıl: Enfüsî âlemimizde bizleri ibadetlerden, derslerden, tefekkürlerden, şahsî okumalardan alıkoyan sebeplere karşı set yapabiliriz. Yaptığımız taktirde de Zülkarneyn ünvanını almakla birlikte müsbet hakikatların ünvan ve perdesini oluşturmuş oluruz.
Selam ve dua ile.
Dipnotlar:
1- Şualar, 7. Şualar, Mukaddime.
2- Lem’alar, 2. Lema, 2. Nükte.
3- Kastamonu Lâhikası, M. No.: 103
4- Lem’alar, 2. Lem’a, 5. Nükte, 1. Mesele.
5- Mesnevî-i Nuriye, Lem’alar
6- Lem’alar, 13. Lema, 10. İşaret.
7- Şualar, 5. Şua.
8- Lem’alar, 16. Lema, 3. Sual.
9- Mektubat, Hakikat Çekirdekleri.
10- Mektubat, 29. Mektup , 7. Kısım.
11- Barla Lâhikası, M. No.: 211