Vaktiyle, memleketin birinde, bir kamu kurumuna yeni bir Genel Müdür atanır.
Kurumu köşe bucak gezen Genel Müdür, yardımcılarını yanına çağırır ve “kurumdaki tüm demirbaşları hırsızlığa karşı sigortalayalım” emrini verir ve ekler: “Ancak büyük salondaki saat istisna.”
Müdür yardımcılarından biri lafa girer: “Af buyurun Müdürüm. Saati niçin istisna tutuyoruz?”
Genel Müdür alaylı bir şekilde cevap verir: “Bütün memurların gözü gün boyu o saatte. Endişe etmeyin, o saati kimse çalamaz…”
Bugünkü köşe yazımız “saat farkı” hakkında olacak. Acele etmeyin, konumuz saatlerin geri alınması ya da kış saati uygulaması değil. Memur ile vatandaşın saati arasındaki farktan bahsedeceğiz.
Fıkrada geçtiği üzere, dünya üzerinde saate bu kadar çok bakıp da zamana bu kadar az riayet eden kim vardır diye sorarsanız, ülkemizin kamu idareleri deriz.
Adliyeye gidiyorsunuz, duruşmanız vaktinde başlamıyor. Doktora gidiyorsunuz, randevu saatinizde muayene olamıyorsunuz. Nüfus Müdürlüğü, muayene istasyonları, vergi daireleri, bankalar, SGK ve hakeza…
Peki, niçin kamuda zamana riayet edilmiyor?
Kamunun iş yükü fazla desek, randevu saatleri ve zamanlı işler planlanırken bu durum hesaba katılabilir.
Memur ve personel eksikliğinden kaynaklanıyor desek, gördüğümüz kadarıyla memur sayısı da az değil. Aksine fazla bile.
Galiba problemin başka büyük sebepleri var. Sistem eksiklikleri, liyakatin olmaması, denetimsizlik, tepeden inme yöneticiler, işin içine siyasetin karışması ve galiba tüm bunların bir süre sonra “bazı” memurların işine gelmesi.
Yani öyle görünüyor ki problemin çözümü için köklü bir sistem değişikliğine ve sıkı bir denetime ihtiyaç var. Sıkı denetim tepedekilerin keyfini kaçıracağı için de denetimi tepedekilerin tekeline değil,sisteme vermek gerek. Bunun için de öncelikle bu iktidarın gitmesi gerek.
Kamu idarelerinde durum böyle. Peki ya özel sektörde ya da şahsî hayatlarımızda zamana riayet edebiliyor muyuz? Maalesef hayır.
Bir yerde arkadaşlarımızla buluşmak için sözleşiyoruz. Neredeyse hepimiz gecikiyoruz. Kamudan, özel sektörden, arkadaşlarımızdan randevu alıyoruz. Randevularımızı kaçırıyoruz.
Söz verdiğimiz işleri zamanında teslim edemiyoruz. Hatta namazlarımızı dahi geciktiriyor ya da kaçırıyoruz. Yani sadece devletin değil, vatandaşların da zamana riayet noktasında problemleri var.
Bu problemin önemli sebeplerinden biri uyku düzenimiz. İşten arta kalan zamanımızı televizyona ve telefona kaptırmış vaziyetteyiz.
Her günümüzü başka bir diziye ayırmış durumdayız. Diziler gece saat on iki gibi sona eriyor. Sonrasında şöyle bir sosyal medyaya da bakalım desek, yatış saatimiz biri-ikiyi buluyor.
Hayatını böyle yaşayan birisi de uykusunu alabilmek için geç kalkıyor ve bütün gününü bir öğleden sonraya sıkıştırmaya çalışıyor. Geç kalkma lüksü olmayanlar ise yaptığı işi bir mecburiyet olarak görüyor ve yaptığı işten keyif almıyor, hakkını veremiyor, dört gözle mesainin bitmesini bekliyor.
İş bir kenara, bu hayat tarzını alışkanlık haline getirmiş bir kişi, ailesine, ibadetine, özel hayatına dahi zor vakit bulabiliyor.
Bu sıkıştırılmış hayattan kurtulabilmek için “herkes gibi gömlek değil Kul Ahmet gibi ceket giymek” gerek. Barış Manço’ya kulak verelim:
“Kul Ahmet erken kalkar haydi ya nasip derdi.
Kimseler anlamazdı ya nasip ne demekti.
Meğerse tüm keramet ceketteymiş be Ahmet…”