Hz. Adem (as) ile başlayan hak ve batıl mücadelesi geçmiş zamanlarda olduğu gibi bugün de aynı şekilde devam ediyor ve kıyamete kadar da devam edecektir.
Dün hikmet, sabır ve merhamet metoduyla nasıl Hak kazanmışsa, bugün de Hakk’ın kazanabilmesi, ancak bu şekilde olabilecektir. Zira Cenabı Allah Hz. peygambere ve dolayısıyla bizlere bu konu ile ilgili olarak şöyle mesaj vermektedir: “Sen onlara sırf Allah’ın lütfettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın, eğer kaba, katı kalpli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile...” (Âli İmran, 159)
Bu dil ve metot, Rabbanî bir dil ve metottur. Bu metotta sabır vardır, kolaylaştırmak vardır, merhamet vardır. Davet edilen kişinin rengine, kıyafetine, ırkına, düşüncesine ve siyasi görüşüne bakmadan rahmet deryasına çağrılır insanlar bu dil ve metotla; incitmeden, rencide etmeden... Asıl olan, müslümanın İslam’ı önce kendinin yaşaması ve güzel ahlakı ile örnek ve numune olması, insanların hidayeti için de dua etmesidir. Dinin sahibi de Allah’tır, Kabe’nin sahibi de O’dur. Hani Ebrehe bir gün fil ordusu ile Kabe’yi yıkmak için Mekke’ye geldiğinde, develeri gasp edilen Abdülmuttalip Ebrehe’ye, “Develerimi ver” demişti de Ebrehe ona: “Kutsalınız olan Kabe’yi yıkma diye yalvarmak yerine, develerinin derdine düştün be adam” deyince, Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’in ona verdiği cevap çok ibretliktir: “Ben develerin sahibiyim, Kabe’nin sahibi ise Allah’tır” demişti. Ve Allah ebabil kuşları ile Ebrehe ordusunu helak etmişti.
Bazı insanlar manevî değerlerin zafiyete uğramasını fırsat bilerek ahlaki çöküntüden de istifade ederek kendilerince durumdan kendilerine vazife çıkarırlar. Hatta bu kimseler cahil ve küstahça manevi değerlere dil uzatmaya cür’et eder. Tâki; kimi özgürlük adına, kimi de sözde sanat adına Kur’an’a dil uzatır, mukaddesler ile alakalı iftiralarda bulunur. Kimi inançlı kimseler de maalesef çok rastladığımız üzere usûl ve adaba dikkat etmeden bu mütecaviz ve haddini bilmez kimseleri şeytan taşlar gibi taşlamakla meşgul olur. Halbuki yukarda da kısmen ifade etmeye çalıştığımız üzere ani ve fevri çıkışlar çoğu kere fayda yerine zarar getirmekte ve özellikle belirtmek gerekiyor ki, çözüm ve anlama yerine karşı tarafın ekmeğine yağ sürmekte ve tarafların kendi aralarındaki tartışmayı artırmaktadır. Ayrıca bu tür cedelleşme ile karşı taraf mağlup edilmiş gibi görünse de, aslında muhatabımızı münafıklığa iterek daha da tehlikeli hale getirmiş oluyoruz. Oysa dinin gerçek sahibi bize dili, usûlü ve metodu da açık bir şekilde anlatıyor, hatırlatıyor: “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Bir mücâdeleye girmen gerektiğinde, söz ve davranışında dâimâ daha güzel olanı tercih et. Şüphe yok ki Rabbin, kendi yolundan sapanları çok iyi bilir. Doğru yolu bulanları da en iyi bilen O’dur.” (Nahl :125)
Peygamber Efendimiz de aynı şekilde kendine verilen bu emirlerin, dilin ve metodun tatbikatçısı olarak bu husustaki görevini en güzel bir şekilde yapan model olarak hayatıyla önümüzdedir. Bu hususta toplumun huzuru adına, devletin de yapması gereken bazı mükellefiyetler vardır. Bunu sağduyulu vatandaşlar olarak devletten de beklemekteyiz. O da; kutsallara alenen söven veya hakaret eden bu gibi kimseler için caydırıcı cezaî müeyyideler oluşturması ve dini değerleri korumasıdır. Bu iş, sadece cami hocalarının omuzlarına yüklenirse ve bu hocalarda da olması gereken din dilini ve davet metodunu kullanmak yerine sert ve/veya başka benzeri bir dil kullanırsa vay bu dinin haline, vay bu toplumun haline...
Şaire de kulak verelim: “Dokunur gayretine,/ Karışma hikmetine./ Sahibi hürmetine,/ Kulu incitme gönül.”