Zübeyir GÜNDÜZALP Ağabeyin tek erkek kardeşi Haydar Ağabey bu dünyadaki vazifesini tamamlayıp Hakk’a yürüdü.
O, Üstad’ın Zübeyir Ağabeyi hizmetine kabul etme şartıydı. Zira Üstad “Ana-babana kim bakacak?“ dediği zaman, Zübeyir Ağabey “Kardeşim Haydar bakacak” demiş ve o şartla hizmete kabul edilmişti.
Ermenek’in ilk ve tek ambulans şoförü idi. O zamanki şartlarda yollar kötü, arabalar külüstür, hizmet zor idi. Ama o, bütün bu şartlara rağmen gece gündüz çalışmış ve birçok insanın duâsını almıştır. Onu arayan çoğunlukla boş olan hastane morgunda Ccevşen okurken bulurdu. İyi bir avcı idi. Zaman zaman derslerde tavşan arabaşısı, keklik çiğköftesi ikram ederdi.
Mahkeme ve cezaevi
1980 ihtilâlinde yollara, ‘Tek yol Humeyni’ yazıp bombalı pankartlar asanları nezarete alırlar. Biraz sıkıştırınca ”Dini cemaat yalnız biz miyiz? Nurcular da var” diye bizi ihbar eden malûm zihniyet, ders günü dersanemizi bizzat gösterirler. Baskın yapan polisler hepimizi toplayıp nezarete aldı. İlçenin tek doktoru, Haydar Ağabey ve bizler on üç kişi önce Ermenek’te sorgulandık. Baktılar bir şey tutturamayacaklar bizi Konya’ya sevk ettiler. Saman vagonu gibi aracın içinde ellerimiz ikişer ikişer kelepçeli olarak… Amaç üç aya çıkan gözaltı süresince orada tutuklu kalalım. Konya’da beş altı yer dolaştırdılar, sonunda bir askerî savcının bizim “Suç unsuru!” kitaplarımızı inceleyerek “Bunlarda bir şey yok, götürün bu insanları“ diye bağırması üzerine bizi Ermenek’e geri getirdiler.
Konya’daki savcının mütalâasını dikkate almayarak çıkarıldığımız mahkeme, alelacele bizi tutukladı. Laik Türkiye Cumhuriyetini yıkıp, yerine dini esasları hakim kılacakmışız. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanacakmışız. İlçenin başka doktoru olmadığı için doktor abimiz ve yaşı tutmayan talebeler haricinde beş kişi cezaevine alındık. Bizler bekâr ve memur olmadığımız için, en büyük imtihan Haydar Ağabeyindi. Zira kendisi devlet memuru idi ve çoluk çocuğu vardı. Ama o gayet metindi. Onun varlığı bile bize teselli veriyordu.
Bana da Nurcu diyecekler
Bizi tutuklayan hâkime, hâkimin komşusu bir kadın “Haydar Efendi Melek gibi bir adam, kimseye zararı olmadığı gibi, herkese faydası dokunan birini sen nasıl tutukladın, Allah’tan korkmadın mı?” diye serzeniş eder. Hâkim ise “Ben de biliyorum, ama ne yapayım, eğer tutuklamasam bana da Nurcu diyecekler” diye itirafta bulunur.
(Heyhaaat, kırk yıl sonra bu itirafların daha katmerlisini duyup yaşıyoruz. Hak, hukuk, adalet ve demokrasi alanında bir arpa boyu mesafe alamamışız. Vaesefa…)
Haydar Ağabeyin cezaevine girmesi herkesi üzer ve biraz cesareti olanlar ziyarete gelirler. Bir gün Zübeyir Ağabeyin teyze oğlu, gerçek bir Osmanlı beyefendisi, Süleyman Gedikoğlu ziyarete geldi. Cezaevinin giriş kapısından görüş yapılıyor. İki gardiyan sağlı sollu hazır bekliyorlar. Süleyman Amca, Haydar Ağabeye, çok üzüldüğünü, devrin tersine döndüğünü, namussuzların dışarıda, namusluların içeride olmasının çok vahim olduğunu anlatırken hızını alamadı gardiyanların önünde elini Adliyeye doğru sallayıp “Böylesi ma’kusen mütenasip ehl-i namus insanlar bulundukça bunlar başa gelir, metin ol” dedi. Tabiî kimse bir şey anlamadı. Daha sonra Haydar Ağabey bu cümleyi sordu. Ben de ”Risale-i Nur’da, ‘Dördüncü Mesele’de bu kelime geçiyor. Ters orantılı demek. Yani namussuzlar diyor” dedim, gülüştük.
Cezaevinde tek koğuşta doksan kişi kalıyordu. Yer gök dolu, Haydar Ağabeyin yatağı yerde ve tuvaletin kapısına iki metre uzaklıktaydı. Mahpusların çoğu bizim gelişimize sevindiler. Önce problem çıkardıklar, sonra cemaatle namaza yeniden başlandı. Derken mahkeme günü geldi. İstanbul’dan avukat ağabeyler geldiler. Toplamda kırk iki gün süren tutukluluğumuz sona erdi. Mahpuslardan gözyaşları ile ayrıldık. Bütün kitaplarımız Ankara’da incelenip yirmi dört sayfalık bir rapor tanzim edilerek, Risale-i Nur Külliyatı’nda hiçbir suç unsuru bulunmadığı gerekçesi ile tarafımıza iade edildi. Bizler de o ağır ceza mahkemesinden berat ettik.
Haydar Ağabeyin önce genç yaşta kızı, sonra hanımı vefat etti. Bazı maddî yıkıntılar geçirdi. Ama o metanetini hiç kaybetmedi.
Sabahleyin termosuna çay demler, çarşıya çıktı mı merhaba dediği esnaf dükkânlarında çayını dağıtırdı. Bu hemen hemen her gün devam ederdi. Adı ”çaycı dede”ye çıkmıştı. Gördüğü herkesle sohbet eder, mutlaka sohbete uygun bir nükte bulur taşı gediğine koyardı.
Biz size rey vermedik, ama…
Doksanlı yıllarda Ermenekli bir aday Refah Partisi’nden Karaman Milletvekili seçildi. Seçim sabahı çiçeği burnunda milletvekili caddeye çıkınca Haydar Ağabeyle karşılaşırlar. Selâm ve musafahadan sonra Haydar Ağabey “Kardeşim biz size rey vermedik, ama seçilmenizden de müteessir olmadık, Allah hayırlı etsin” der. Bu merdane cevap, milletvekilinin çok hoşuna gider.
Doğru Yeni Asya Büromuza gelerek memnuniyetini şöyle dile getirir: “Bu gün yüzlerce insan tebriğe geldi. Herkes size şu kadar rey verdik, şöyle çalıştık diye başlayıp beklentilerini dile getirirken Haydar Ağabey bana bunları söyledi. Gerçekten bu merdane tavır beni etkiledi, ben de teşekküre geldim.”
Haydar’a söyleyin Yeni Asya’yı okumasın
Son zamanlarda ”Halkçıların ırkçıları elde etmesi” tabiri gibi, siyasal İslâmcıların bazı Nur camiası mensuplarını elde etmesi neticesi ortalık karıştı. Bildirilerden, vekillik, naiplik taleplerinden geçilmez oldu. İşte tam bu ortamda dışarıda yaşayan bir şahıs Haydar Ağabeyi ziyarete gelir. Sebeb-i ziyaretini şu şekilde özetler:
“...abinin size mahsus selâmları var, Haydar’a söyle artık Yeni Asya okumasın.” Haydar Ağabey böyle bir istek karşısında irkiliyor. (Nokta nokta ile ismi zikredilmeyen Ağabey saffı evvel ve şimdi rahmetli olmuş herkesin tanıdığı birisi. Bizim, bizim gibi düşünmeyenlere, hele Nur Talebesi ağabey ve kardeşlere olan saygımız, isimleri faşetmemize engeldir.)
Bu tür hadiseler Haydar Ağabeyi fevkalâde rahatsız ediyordu. Özellikle zırt pırt başkalarınca hazırlanıp ağabeylere imzalatılan bildirileri hiç hoş karşılamıyor; ”Ağabeylerin işi bu değil” diyordu. Bir keresinde, ”Ağabey” dedim, “Ben de, Zübeyir Ağabeyin kardeşi Haydar Gündüzalp diyor ki; ‘Nur Talebeleri demokrattır ve demokrat kalacak. Ben Ağabeyimden böyle gördüm, böyle bilirim’ mealinde bir bildiri hazırlasam imzalar mısın?” “Seve seve imzalarım. Lâkin bizim işimiz bu değil, fitne ve fesada sebebiyet verebilecek, yanlış anlaşmalara mahal verebilecek şeylerden uzak olmak lâzımdır” dedi.
Sık sık “Kardeşim biz Çerkez’iz dayağı yer, ceremeyi çeker, ama geri adım atmayız” derdi.
Bütün bunlara ve ilerlemiş yaşına rağmen bizzat ağabeyinin kurduğu Yeni Asya Gazetesi’nden bir gün ayrı kalmaz ve Nur derslerinden hiç geri kalmaz, camiye ve cemaate devam ederdi.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî ile üç kez görüşmüş ve elini öpmeye nail olmuştur. Bunları zaman zaman paylaşırdı. “Afyon hapsinde mahkemede onlarca jandarmanın arasında Zübeyir Ağabey ‘Kardeşim jandarma dipçiğine aldırmayacaksın git Üstadın elini öp’ dedi. Biraz zor oldu, ama Üstadın elini öpmeyi başardım. Tabi kaç dipçik yedim saymadım” diye anlatırdı.
Tavana tabancamla imzamı atabilirim
Zübeyir Ağabeyle ilgili hatıralar soruldu mu, hemen gözleri dolar fazla bir şey anlatamazdı.
Şimdiye kadar yayınlanan hatıraları tekrar etmeden, Haydar Ağabeyin dilinden birkaç anekdot aktarmak istiyorum:
“Abim bir ara Ermenek’e geldiğinde evimizin karşısında bulunan Töb-Der’den (eski ‘solcu öğretmenler derneği’), nahoş gürültüler gelmekteydi. Sesler gece de kesilmeyince, ben “Abi dedim, gidip onlarla konuşayım sesi kestireyim.” Abim razı olmadı ve “Kardeşim, eğer biz Üstadımızdan müsbet hareket dersini almamış olsaydık, oraya gidip tavana tabancamla imzamı atabilirim” dedi.
Yine bir ziyaretinde iki gün kaldı ve gitmesi gerektiğini söyledi. Ben de “Ağabey üç gün sonra benim düğünüm var, ondan sonra gidersiniz” dedim, kabul etmedi. Bana bilet almamı söyledi. Ben de kalmasını çok arzu ettiğim için “Araba yokmuş” dedim.
Abim kararlı bir şekilde: “Kardeşim araba yoksa yürüyerek yola çıkarım. Biz başıboş değiliz” dedi. Ben de gidip biletini aldım.
Abim, şunlara dikkat etmemizi isterdi:
“Kimseyle ıslak elle tokalaşmayın.”
“Tokalaşırken muhatabınızın gözlerinin içine bakın.”
“Namazda Fatihayı tek nefeste okumaya çalışın. Böylelikle aklınıza başka bir şey gelmez.”
“Tesbih çekerken elinizi kalbinizin üstüne tutun.”
Sahabenin devesi
Yine abim anlatmıştı: “Sahabenin savaşlarda üstün başarı göstermiş bir devesi varmış. Bu gazi deve ihtiyarlayınca azat edilmiş ve dilediği yerde gezer ve otlarmış. Kimse ilişemezmiş. Bir gün deve pazara dalmış önüne gelenleri yemeye başlamış. Bir satıcının önündeki üç beş yeşilliği yemeye başlayınca satıcı, deveye bir şey diyemiyor, bakmış yeşillikler gidiyor, terazinin metal kefelerini birbirine vurup ses çıkarmaya başlamış. Bu durumu yakından izleyen birisi satıcıya demiş ki; “Hay hemşehrim, bu deve ne savaşlar ne sesler gördü de bana mısın demedi. Şimdi senin terazinin sesinden mi ürkecek?”
İşte kardeşim hapisler, işkenceler, takibatlar bizi yıldıramaz. Dâvâmızdan döndüremez. Ancak terazi tıngırtısı gibi bize vız gelir.”
Muhterem Haydar Ağabey, seni çok özleyeceğiz. Eksikliğinizi her zaman hissedeceğiz.
Rabbim başta Peygamberimiz (asm), Üstadımız ve abine kavuştursun. Kabrin pürnur makamın Cennet olsun.