Ne zaman bir kuş uçsa önümden, durur, uçacağı yeri seyrederim.
Kanatları onu nereye götürecek, nereyi kendine yurt edinecek merak ederim. Nedendir bilmem. Belki benim de içimde, yerini yurdunu arayan bir kuş, sürekli kanat çırpar durur. Nereyi özlese, nereye hasretlense hep inceden bir sızı başlar içinde. Bir gariplik çöker. Sahi, nereliyim ben? Nereye aidim? Nerenin havasında, suyundayım? Nereyle gönül bağım var? Doğduğun yer değil, doyduğun yer mi gerçekten vatanın?
Hele deli gönül, söyletme beni..
Yılkı atları olurdu eskiden. Atı dağa salarsın, dağda kendi yiyeceğini kendi arar. İhtiyaçlarını kendisi sağlar. Çünkü atın sahibinin ona ihtiyacı var ama kışın atı barındıracak yeri yoksa, dağa salar ki, at kendi yemini kendi bulsun. Yaz gelince bir tanesini tekrar yakalar, işini görürdü. Aslında bir anlamda sahipsizdir bu atlar. Sahibi yoktur. Özgürdür, istediği yere gider. Bozkırda kendi gibi atlarla buluşur, hep birlikte dört nala koşarlar.
Gönüller bir yılkı atı.. Ne sırtına batan geven dikeni acıtır, ne yüreğine çöreklenen hasret ateşi.. Uçsuz bucaksız yeryüzüdür gideceği yer. Özgürce yelesini savurmaktır arzusu. Vatan mıdır vatansızlığı bilinmez ama, işte öylesi bir hâldir onlardaki de. “Ben dikenimi izzetimle taşırım, Hatem-i Tâi’nin minnetini almam” diyen izzetli ihtiyarın duruşu..
Her şey küçük bir adıma bakıyordu oysa. Küçücük bir adım... İstemediğin yerde istemiyorum demek gibi. Sevdiğin zaman seviyorum demek/diyebilmek gibi.. Geç kalmadan, geçe kalmadan söylenecek, yapılacak, gidilecek küçük küçük adımlardan oluşuyordu mutluluk. Kendi kazanımızda kaynattığımız, kendimize koştuğumuz şeker-şerbet yolculuklar da..
Hayat cesurları sever demişti bir büyüğüm. Sen cesaret edemezsen, seni kenara koyar, yoluna cesaret gösterenlerle devam eder.
Uzun süre düşündüm üzerinde. Cesaret...
Sonra yılkı atlarını düşündüm. Onlardaki cesaret miydi, yoksa mecburiyet mi? Yalnız yaşamak, bir sonuçtu halbuki. Bu sonuca istediğimiz anlamı yüklemek de bizim elimizdeydi. İster özgürlük derdik adına, ister mecburiyet, aidiyetsizlik, istersek vatansızlık... Her ne dersek diyelim, belki de hiçbir şey tam karşılamayacaktı. Biz gönlümüzün özgür olmak isteyen tarafına yılkı atı diyecek, üzerine bir eyer koyacak, hayallerimizi terkisine koyup salacaktık bozkıra. Onlar koştukça biz koşuyormuş gibi hissedecek, belki de bir yurt bulacaktık kendimize. Kimbilir...
Babannem derdi ki, insan yurdundan bir kere çıkar.
Zaman zaman aklıma gelir bu sözü. Önceden itiraz ederdim. Olur mu derdim içimden. Bak biz çıktık, ama geri dönüyoruz, ziyaret ediyoruz derdim. Fakat büyüdükçe, pekçok şehir gezdikçe, her çıktığın şehre kendinden bir şeyler bıraktıkça anlıyorsun. İnsan bir kere çıkıyormuş. Döndüğünde ya çıktığı gibi olmuyor, ya da çıktığı gibi bulmuyormuş. Toprak dediğin nedir ki zaten.
Yılkı atları diyordum değil mi.. Yılkıya salınan atlar.. Diğer atlardan daha vahşi, daha hızlı, daha özgür atlar.. Kendi dertlerini kendileri yüklenen, hasretlerini sırtlarına her daim yük diye atan atlar..
Onlar kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar.. Onlar vatan deyip bir yere yurt kurmayanlar..
Ya gönüllerden yılkıya salınanlar?