Emirdağ Lâhikası’ndaki o mektubu hatırlarsınız.
Yezid’e lânet caiz mi diye sorulan mektuptan bahsediyorum. Üstadın sahabeler arasındaki yaşanan hadiselere, savaşlara nasıl bakmamız gerektiğiyle ilgili çok önemli, altın kriterler vermesi açısından dikkate şayan bir mektup. Benim dikkatimi çeken kısmını nazarlarınıza sunmaya çalışacağım ve mektubun geri kalanını da zihninize havale edeceğim.
Üstadın İslâm tarihine, tarihî hadiselere ve vuku bulan olaylara bakışı, hep ahiret çizgisi üzerindendir. Taraf olarak değil, ya da haklıydı haksızdı üzerinden de değil, tamamen uhrevî boyutuyla, hem meseleleri, hem de şahısları aşan boyutuyla bakar. Tabiri caizse haklıya hakkını teslim eder, bize de alabileceğimiz dersler, bize bakan yönleri ve kriterlerini verir.
Divân-ı Harb-i Örfî eserinde geçen “Ben talebeyim, o yüzden herşeyi mizan-ı Şeriatla muvazene ediyorum” demesi, bunun tezahürüdür.
Ve hayatı boyunca da bakış açısı hep mizan-ı Şeriat olmuştur.
İlgili paragrafı alırsak: “Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelâmın büyük allamesi olan Sadeddin-i Taftazani, “Yezide lânet caizdir” demiş; fakat “Lânet vaciptir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş. Çünkü, hem Kur’ân’ı, hem Peygamberi (asm), hem bütün Sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena...”
Yezid, Muaviye, Hz. Hüseyin ve Kerbelâ hadiseleri, İslâm tarihinde hilâfete (yani siyasete) ilk kez kanın bulaştığı hadisedir. Hz. Peygamberin (asm) torunu, ailesiyle ve ehliyle birlikte hem ihanete uğramış, hem günlerce aç susuz bırakılmış ve en nihayetinde katledilmiştir. Çok acı ve ciğersûz hadiselerdir bunlar. Kerbelâ ismi, bundan sonra da siyaset yüzünden dökülen kanlara isim olacak, ‘Kerbelâ gibi’ denecektir. “Sebep olan yapan gibidir” hadisinin sırrıyla, Yezid, kan dökmesinin günahıyla kalmamış, ondan sonraki dökülecek kanlara da emsal teşkil ederek ‘sebebi’ olmuştur. İslâm âlemi, Yezid isminden bile o kadar soğumuştur ki, Bayezid ismi oradan gelmektedir. Yezid olmasın da ne olursa olsun şeklinde de anlaşılabilir. İslâm âlemini asırlardır bu kadar derinden sarsacak hadiselere, yanan ve sönmeyen yüreklere sebep olan Yezid hakkında Kelâm âlimleri ‘lânet etmek’ kavramını tartışmışlardır. Çünkü lânet etmek, özellikle de bir mü’mine lânet etmek çok iyi karşılanan bir davranış değildir.
Yezid ve Velid gibi insanlara bile durum böyleyken, ondan sonra gelenlere durum haydi haydi böyle değil midir? Onlar sembol isimler ve onların hükmü bu ise, diğerleri için hüküm değişir mi? Hayır ve sevap cihetinde, amel-i salih noktasından baktığımızda, lânet etmenin bize kazandırdığı hiçbir sevap yok. Hatta kötülüğe karşı onu affetme, afv ve safv yolunu kapatıp intikam, nefret, kin ve öç alma duygularına ortam hazırladığı için tehlikelidir de.. “Eğer zararı varsa daha fena..” demesinin bir yönü belki de budur. Muhabbet ve sevgi madeni olan kalbin nefret ve kin duygusuyla tanışması, her can sıkan olaya kin ve nefret yönünden bakarak şahsî tatmin yolunu açıp, çözüm yollarını kapamaya sebep olur. Bu da toplumdaki dayanışmaya en büyük darbedir.
Biz muhabbet fedaileriyiz diyen Bediüzzaman’ın yaklaşımının, muhabbet ve çözüm yollarını kapayan bütün yollara kapalı olduğunu tahmin edersiniz. İslâm tarihinde de, en can alıcı hadiselerde de bu durum böyledir. Yezid’e lânet caizdir, evet. Ama vacip değildir.