Bir televizyon kanalında seküler dünya görüşüne ve hayat tarzına ait kesimler ile “Faniler” olarak adlandırılan bir tarikate mensup kişilerin çeşitli vesilelerle aynı toplumda karşılaşmalarını, birbirleriyle münasebetlerini ve çatışmalarını ortaya koyan bir televizyon dizisi yayınlanıyor.
Dizinin bir sahnesinde seküler kesimi temsil eden Doktor’un kızı, daha önce babası vasıtasıyla tanıştıkları, tarikatin önde gelen isimlerinden Cüneyt ile bir Ramazan gününde, bir hastanenin kafesinde karşılaşıyorlar.
Genç kız alaycı bir şekilde; “Selamun hello” diyerek Cüneyt’in masasına yaklaşıyor ve kısa bir sohbetten sonra “Bir şey ısmarlayayım, çay kahve?” diye soruyor. Cüneyt de hafif bir gülümsemeyle oruçlu olduğunu hatırlatmak için “Ramazan” diyor. Bunun üzerine muhatabı merakla “Ramazan kim? diye soruyor. Cüneyt de genç kıza, içinde bulunulan mübarek ayı ve orucu üstüne basarcasına hatırlatmak gayesiyle “Recep- Şaban” diye mübarek aylar silsilesini sayıyor. Şaşkınlığı iyice artan genç kız, Recep ve Şaban’ı muhatabının arkadaşları olduğunu zannetmiş olmalı ki “Onlara da mı çay ısmarlayayım?” diye tekrar soruyor… Bu küçük sahne bugün yaşadığımız trajediyi ne de güzel özetliyor.
Yine mübarek bir Ramazan ayında, Ramazan’ın ne olduğunu belli belirsiz geçmiş hatıralarımızla hatırlamaya çalıştığımız bir zamandayız. Kendi değerlerinin nisyanı ile manevî bir intiharın eşiğinde olduğumuzu hissettiren görüntüler içindeyiz.
Bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını Ramazan’ın sağladığı ruhla yapan bir milletin şimdilerde bir intiharın eşiğinde olduğunu düşünmek ne acıdır. Oryantalist olan Louis Mossignon’un Müslüman toplumları için yaptığı “anarşi ve intihar için olgun bir hâle geldiler” tespitinde, inançlarımız doğrultusundan oluşturduğumuz hayat görüşümüzü ve değerler sistemimizi kendi ellerimizle tahrip etmemizin rolü büyüktür. Elbette bir film sahnesinde de özetlendiği gibi, nesillerin böylesine kendi değerlerinden uzaklaşmasının ardında sefahet-i mutlakı rejim olarak uygulayanların rolü büyüktür; lâkin tek sorumlu da onlar değildir. Cumhuriyet döneminin önemli isimlerinden Vedat Nedim Tör’ün dönemin gazetelerinden Cumhuriyet’te yazdığı şu ifadeler meselenin bir ayağını özetlemektedir:
“Bugünün neslini Avrupa kültürü ile yetiştireceğiz. Ona her şeyden önce klâsik bir sanat terbiyesi vereceğiz. Yunan ve Latin sanatından başlayarak, Avrupa kültürünün sanat numûnelerini ve sanat tarihini öğreteceğiz. Bu surette liseyi bitiren bir Türk genci Nef’i’yi, Bakî’yi, Nedim’i anlamayacak, fakat Homer’i, Shakespeare’i, Rasin’i, Schiller’i tadacak.
“Hangi millete mensup olursa olsun, her Avrupalı genç bunları bilir, fakat Nef’i’yi tanımaz. Nef’i’yi tanımamak Avrupalılık için bir noksanlık değildir. Türklük için de. Fakat Goethe’yi bilmemek büyük bir boşluktur.”
Kendi değerlerine yabancılaştırmayı Avrupalılık/çağdaşlık zanneden bu anlayışla dizayn edilen eğitim sisteminin ve toplum mühendisliğinin bizi getirdiği nokta bellidir. Siyaseti dinsizliğe alet eden anlayış, toplumu laik-antilaik şeklinde kutuplaştırırken yeni nesiller ile din arasına derin bariyerler koymuştur. Son tahlilde, buna tepki olarak doğan ve hâkimiyetini ilân eden dini siyasete alet eden anlayışlar da ne yazık ki dine tamamen soğuk duran, manevî değerleri bilerek ya da bilmeyerek değersizleştiren, kendi özüne yabancı, Ramazan’ı dahi tanımayan yeni nesiller yetiştirmiştir. Ne yazık ki Ramazan hiç gelmemiş gibi sokaklarda yiyip içen, karşısındakine hürmet etmeyen bir nesil kendini dindar-muhafazakâr olarak pazarlayan bir iktidar döneminde yetişmiştir. Yine ne acıdır ki, yine bu dönemde kendi çocuklarımızı dahi koruyamaz hâle geldiğimiz dehşetli yangınlarla karşı karşıyayız.
Yine bir Ramazan’dayız, sokaklara uğramamış olsa da… İçine düştüğümüz derin boşluktan Risale-i Nur’un yol göstericiliği ile çıkmamız mümkün iken -bir özeleştiri olarak- herhâlde yapacak daha önemli işlerimizin olması, müjdelenen bir fecr-i sadıkı geciktirmeye devam ediyor.