Antakyalı Necdet Abi, “Hayır, inşallah burayı terk etmeyeceğiz” derken, Bolu depreminden sonra farklı bir şehre taşınacak bir arkadaşa, Mehmet Kutlular Ağabeyin, Risale-i Nur’daki bir hakikatı ifade ederek, “Kardeşim musibet geldi alacağını aldı gitti. Şimdi mükâfat zamanı. Memleketini terk etme, sabret, sebat et” demiş. Depremzede abimiz “Kutlular abinin kerametini gördüm, işlerim tahminlerin ötesinde iyileşti” dediğini aktardı.
İl İl Deprem Bölgesi Notları - 3
HASAN GÜNEŞ
[email protected]
Antakya
Liman şehri İskenderun’a yakın olmasıyla tarih boyunca Anadolu’nun, Ortadoğu’nun hatta Akdeniz’in en önemli şehirlerinden birisi olmuştur. Bölgede üretilen ürünlerin, İpek ve Baharat yoluyla uzak doğu ve Orta Asya’dan gelen malların Avrupa’ya sevkiyat limanı ve bölgesi olmuştu. Ekonomik canlılık sebebiyle kralların ve imparatorların uğruna nice savaşlar yaptığı iki şehir olmuştur. Eski medeniyetlerden şehre de ismini veren İskender’e, Romalılara, ilk Hristiyanların meşhur mabetlerine, İslam hakimiyetine ve Haçlılara kadar nice medeniyetlere sahne olmuş bir bölge.
Antakya vaktiyle Babil ve Sümer medeniyetlerine yakın olması sebebiyle kadim medeniyetlerin felsefe okullarıyla meşhur şehirlerden birisi. İskender’le gelen Yunan felsefesi, daha sonra gelen Hristiyanlık ve İslam ile şehir ilmi ve dini bir merkez haline gelmiş.
Bilindiği gibi tarih boyunca körfezler tabii liman olması sebebiyle ticarette çok önemliydi. Liman olmasının yanında körfezlerin başka çok önemli bir hususiyeti körfez şeklini veren yer kabuğu hareketlerinin ve çökmelerin jeolojik devirlerde son safhalarda olmasıdır. Hareketliliğin henüz tamamlanmamış olması önemli hususiyetlerindendir. Kısaca bölge deprem bölgesidir. Maddi ve manevi sebep ve tedbirlere bu bölgelerin daha çok dikkat etmesi gerekiyor.
Üstad’ın Van için söylediği sözler aklımıza geldi
Antakya’nın başka bir önemli hususu ise Yasin suresinde ikinci sayfada bahsedilen hadisenin bu şehirde geçtiğinin tahmin edilmesidir. Putlara tapmayı reddettikleri ve hakkı tebliğ ettikleri için taşlanarak katledilen ve onlara yardıma gelen kişi Habib-i Neccar da buralı idi. Ayette onları öldürenleri cezalandırmak için “Gökten ordular indirecek değildik. Onları helak etmek için bir ses yetti” der. Kısacası şehir tarih boyunca medeniyetin zirvelerini gördüğü gibi nice arzi ve semavi felaketler ve depremler yaşamıştı.
Şehre gece karanlığında girmiştik. Güya zaman kazanmıştık. Ancak şehir karanlıkta daha korkunç gözüküyordu. Korku filmlerindeki harabe haline gelmiş ve terk edilmiş bir şehir gbiydi. Deprem bazı bölge yada mahalleleri dalga dalga öyle vurmuş ki ayakta kalan bina yok. Bazı yerlerde ağır hasar olmayan bina yok. Ortalıkta da kimse yok. Tek tük uzaktan bir ışık görünüyor. Etraftaki tahta parçalarını yakarak ısınmaya çalışan polis, bekçi ve askerler var. Farklı farklı şehirlerden gelmişler.
Sabah namazı yaklaşmıştı. Görevlilere ait bir baraka bulduk. Abdest aldık, mescit halinde getirdikleri bir çadırda namazı kıldık. Ortalık hafifçe aydınlanmaya başlarken Risale-i Nur’daki Birinci Dünya Savaşında Ermeniler ve Ruslar tarafından yakılarak tahrib edilen Van için söylenen sözler hatırımıza geldi. Orada bir hadis nakledilir. Bir melek her sabah nida edip seslenir: “Ey insanlar ölmek için doğar, yıkılmak ve harab olmak için binalar yaparsınız” der. Bediüzzaman Hazretleri “işte ben bu hakikatı gözlerimle duyuyorum” der. Evet şu Antakya’ya bakarken her gün bu saatlerde gecenin sessizliğinde ve ıssızlığında meleğin sesinin her bir binada ve her bir enkazda yankılandığını duymamak için akıl ve kalb kulağının ve gözünün sağır ve kör olması lazım. Şüphesiz maharet bu sesi her gün duyabilmekte.
Bilindiği gibi harabeler içinde alacakaranlık daha bir ürkütücüdür. Etraftaki dehşet, hayaliniz ve duygularınızla daha da büyür daha da korkutucu hale gelir. Yirmi Üçüncü sözde bir hikâye anlatılır. “İki dağ arasında korkunç bir karanlık ve dehşetli hadiseler” mealinde bahsedilir. Zayıf ışıkla bakıldığında görüntülerin daha korkunç hale geldiği anlatılır. Çare olarak Kur’anî bakış açısı izah edilir.
Bizim, şehrin enkazına bakışımız ve yıkıntılarda gördüklerimiz de böyle bir şey. Ey vefat edenler veya hala enkazın altında kalan mazlumlar! İnsanlar sizi unutsa da Rabbiniz asla unutmayacaktır. Her baharda sayısız bitki ve canlıyı hiçbirini unutmayarak canlandırıp rızkını gönderen Alemlerin Rabbi elbette sizi tekrar diriltecektir. Evet sizi ilk kim yarattıysa yine o yaratacaktır. Sizler şehadet mertebesini kazandınız. Mallarınız da sadaka hükmüne geçti. Sorumlular da bu dünyada tam olmasa da ahirette mutlaka cezalandırılacaklar.
Hâlâ girilemeyen birçok mahalle var
Hayallerimizden kurtulup yola devam ettik. Habib-i Neccar Camii gibi birçok tarihi eser de depremden nasibini almıştı. Karşılaştığımız bir görevlinin büyük bir üzüntü içinde “hala girilemeyen birçok mahalle var” demesi içimizi burktu. Resmi olarak açıklanan vefat sayısına kimse inanmıyordu. Zaten manzara ortadaydı.
Necdet abiyi arayarak “geliyoruz” dedik. “Ben dağlar arasında bir köydeyim, siz zahmet etmeyin gelir sizi alırım” dediyse de yola çıktık. Yüksek dağlara doğru kıvrılarak giden yollardan geçip köye geldik. Necdet abi ve arkadaşlarıyla hasretle kucaklaştık. Hâl hatır sorduk. Akrabalarının vesilesiyle güzel bir ev kiralamıştı. Kendi eşyalarını taşıyamamıştı. Yakınlarından temin etmişti. Eşya taşımada fırsatçıları gün doğmuştu. Rakamlar astronomikti.
Bölge halkının misafirperverliği, yeryüzü sofrasındaki ilahi nimetlerin beşerî sofralara takdimindeki maharetleri her zaman meşhurdur. Dağlara ve bahçelere bakan çardaktaki nefis kahvaltıdan sonra çaylarımızı yudumlarken koyu sohbette gece yolculusundaki yorgunluğumuzu unutmuştuk. İniversite yıllarından tanıdığımız arkadaş ve abileri sorduk. İyi haberlerini aldık. “Bizler” dedi. “Hep Ali Sert Hocanın talebeleriydik. At sırtında ta buralara kadar geldi. Bizleri topladı. Medrese eğitimi verdi. Dışardan lise ve üniversiteye hazırladı. İman ve Kur’an hakikatlerini ve Risale-i Nur tefsirini velhasıl her şeyi hocamızdan öğrendik” diyerek ilave etti. Daha önceden de çok duyduğumuz hocayı hayırla ve rahmetle yad ettik.
Necdet Abi, depremden, felaketten ve yıkıntılardaki yaşadıklarından bahsetti. “Cenab-ı Hak bizi harika bir şekilde korudu” diyerek izah etti. Gerçekten hayrette kaldık. Cenab-ı Hak her şeye kadirdi. “Gelin size diğer şehirlerden ev ayarlayalım dediğimizde” o da diğer abiler gibi “Hayır, inşallah burayı terk etmeyeceğiz” dedi. Bolu depreminde evi ve iş yeri yıkılan bir arkadaşından bahsetti. O da farklı bir şehre taşınacakmış. Mehmet Kutlular abi, Risale-i Nur’daki bir hakikatı ifade ederek “musibet cinayetin neticesi mükafatın mukaddimesidir. Kardeşim musibet geldi alacağın aldı gitti. Şimdi mükâfat ve bereket zamanı. Memleketini terk etme, sabret, sebat et” demiş. Depremzede abimiz “Kutlular abinin kerametini gördüm, işlerim tahminlerin ötesinde iyileşti” demiş.
Depremle ilgili sohbet devam ederken Necdet Abi Risale-i Nur’daki “Baktım ki, meyvedar ağaçların başlarındaki meyveleri tebessüm eder bir tarzda bana bakıyorlar, ‘Bize de dikkat et; yalnız harabezâra bakıp durma’ diyorlardı.” bahsini hatırlatarak önümüzdeki ağaçların çiçeklerini gösterdi. Beraber teselli bulduk. İstiğna düsturunu esas eden bu insanlara yardım kabul ettirmek mümkün değildi. İhtiyaç sahiplerine dağıtırsınız diyerek erzakları bıraktık.
Artık veda zamanı gelmişti. İnşallah tekrar geleceğiz diyerek İskenderun’a doğru yola koyulduk. Geçerken Birecik’e uğrayıp dostları ziyaret ettik. Fırat nehri kenarında kahvelerini içtik.
İskenderun
İsmini M.Ö. 300 yıllarında bölgeyi işgal eden ve şehri kurduran Makedonyalı İskender’den alıyor. Bölgenin hatta Akdeniz’in en önemli limanlarından.
Bilindiği gibi Hatay 1939 yılında Türkiye’ye katıldı. Halkın Türkiye’yi tercih etmesi için büyük sözler verilmişti ancak yerine getirilmedi. Nihayet Demirel hem devletin sözünü yerine getirmek hem nüfus yapısını korumak hem de bölgenin ve Ortadoğu sanayisinin ana unsuru olacak İskenderun Demir Çelik Fabrikalarını kurmuştu. Hatta Sovyetlere hiç para vermeden Resmî Gazete’de ilan edilen anlaşmada olduğu şekilde narenciye ile ödenmiştir.
Şehri kısmen biliyor olmamız sebebiyle yıkıntıları görünce ziyadesiyle üzüldük. Depremin ilk günü iş arkadaşlarımızdan birisiyle hanımlar telefondan görüşmüştü. “İyiyiz Allah’a şükür. Kaldığımız ev sağlam ancak dolaplar üstümüze yıkıldı. Zor çıkabildik. Evde sağlam eşya kalmadı” demişler. Telefonlarla yaptığımız görüşmelerde arkadaşlarımızın çoğu başka şehirlere geçici olarak gitmişlerdi. Herkes artçı depremlerin bitmesini bekliyordu. Burada hasar çoktu ancak diğer şehirlerdeki kadar değildi.
Tarsus
Depremzedelerin bir kısmının Tarsus’a gittiğini biliyorduk. Onları ziyaret edelim diye bu şehre geldik. Şehrin güzelliği üzerimizdeki günlerdir derinleşen deprem havasını bir nebze dağıtmaya başladı. Arkadaşlarımızla Hz. Danyal (as) camiinin yanında buluştuk. Daha sonra da ismini aldığı Danyal Abi ile görüştük. Dostlarımız Hz. Danyal’ın bereketi ile bizleri karşıladılar. Depremzedelerin hal ve hatırlarını sorduk dertlerini ve problemlerini dinledik. Tarsusluların misafirperverliklerinden ziyadesiyle memnun olduklarını ifade ettiler. Daha sonra da gazetemizde ilanları da çıkan Danyal Ateş’in tesislerine gittik. Tesise girip oturduğumuzda depremzedelere karşı hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan yol arkadaşlarımız Abdurrahman Dalçık, Said ve Sadullah kardeşlere ve soğukta yağmur altında enkaz altında birçok kişiyi kurtaran Alparslan hocamıza baktım. Harb-i Umumiyi gören ihtiyardır derler sözünü hatırladık. Biz böyle isek bölge halkı nasıldır, diye düşündük.
O gece orada istirahat ettikten sonra Konya’ya geçtik. Akşam dersinde şehre gelmiş olan Malatyalı depremzedelerle de görüştük. Gazetemiz yazarlarından Hüseyin Gültekin ve Rauf abilere de geçmiş olsun dileklerimizi ilettik. Depremzedelerle ilgilenen Konyalılara da teşekkür ettik. Oradan da İstanbul’a döndük. Cenab-ı Hak bu acıları kimseye yaşatmasın.
BU FELÂKETTEN ALINACAK DERSLER ÇOK
Şüphesiz alınacak dersler çok. Marmara depreminden sonra geçen 23 senenin neredeyse heba edildiğini gördük. Organizasyonlarda ehil ve liyakatli kişiler vazife almalı. Eş-dost şeklindeki görevlilerle böyle hayati meselelere hazırlık artık geride kalması gerekiyor. Afetlere karşı eğitim, şehirleşme ve mesken meseleleri sağlam kurallara bağlanmalı. Eğitimleri erken yaşlarda verilmeli. Yine en önemlisi hadiselere hep dünyevi olarak değil biraz da ahiret açısından bakmalıyız. Hep inşaat ve yer kabuğu hareketleri şeklinde bakarsak eksik kalır. Milyonları ilgilendiren ve haberleri bütün dünyaya ulaşan bir hadisede elbette zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi elinde tutan Alemlerin Rabbinin de haberlerin ulaştığı her yerden bir isteği var.
SON