Türkiye’nin doğu sınırlarında 1977 yıllarında Talabani-Barzani çatışmaları ve Barzani’nin Nurcular hakkındaki o gün basında yer alan beyanları üzerine, İstanbul’da Yeni Asya Gazetesi’nin seminer salonunda Hz. Bediüzzamanın has talebelerinin de bulunduğu zevat-ı kiram şark vilayetlerinde “İttihad-ı İslâm ve vatanın bölünmez bütünlüğü” üzerine fisebilillah çalışacak, konuşacak, yazacak iki kişiyi tesbit ettiler. Biri H. Uslu, biri merhum A. Uçar. Bunun detayları fasılları ayrı bir kitap. Oraya girmeden merhum Demirel’in kalemine dönelim. Fakat bu girişi de yazmasam kalem anlaşılmayacak...
Ankara’da 1978 Adalet Partisi büyük Kongresi var. Merhum Demirel’e karşı genel başkan adayı da Bitlis Milletvekili Kamuran İnan. Çok hareketli bir kongre. Bizler de Vanlı ağabeylerimizle bir nefes babında kongreyi izlemeye geldik. Herkes Merhum Demirel’i koca salonda ziyaret ediyor, biz de katıldık sıraya. Merhum Demirel beni görünce “nerden geliyorsun Halil?” dedi. Ben de yukarıda ki paragrafı özetlemeye çalışınca yanına oturttu, “ayrılma anlat” dedi ve kısa olarak anlattıktan sonra “dur gitme sana bir hediyem olacak, bunu yanından ayırma ve bana duâ et ve bu anlattıklarını mutlaka yazı olarak bana gönder” dedi. Bu vesilesiyle vefat edesiye kadar yazışmalarımızı hiç eksik etmedik…
Ceketinin iç cebinden çıkardığı özel bir kalem siyah beyaz ve üzerinde “Risale-i Nur” yazılı, çok duygulandım ellerini öptüm ayrıldım. Fotoğraflarımız vs var. Aradan geçen 37 yıldır o kalemi saklıyorum. Kalemle birlikte ne ben Risale-i Nur’dan ayrıldım ne de merhum Süleyman Demirel. Zaman seyli içinde merhum Demirel ve ailesinin derununa daha çok şahit olduk.
Kendilerinin yasaklı dönemlerde eski bakanlar kuruluna Güniz sokağa yakın bürosunda, Emirdağı Lâhikasından dersler yaptığını ve katılanlardan bir can dostu Milletvekilimiz (E. H) beni görünce anlattı. “Halil Ağabey Süleyman Bey’in ne kadar Risale-i Nura vukufiyeti var şaşırdım kaldım ”dedi.
Türkiye büyük bir evlâdını, büyük bir devlet adamını kaybetti, bir mânâda Türkiye babasını kaybetti. Elbette takdir-i İlâhî ve Hz. Bediüzzamanın dediği gibi “kader hükmedince ihtiyar-ı beşer susar” fakat, Türkiye’nin çok ihtiyacı olduğu bir dönemde gitti.
Merhum Demirel için içimden her zaman derinden bir ahhh çekmişimdir. Çokları tanır merhume Halam Fatma Hanımefendi sağlam ve istikrarlı bir Demokrattı. “Demirel’e benim adıma bir mektup yaz” dedi. “Başlık ne yazayım” dedim, cevaben “Koçum Demirel” diye yaz. Bizde o tarihi kalemle, el yazısı ile yazdık, Zincirbozan’a gönderdik. Yaş haddini aşan Halama dedim, “ya seni de askerler götürürse?” Halam dedi, “Vallahi şu elimdeki bastonla o paşaların kafalarını kırarım. Zincirbozan’a o günlerde merhum Demirel’e çuvallar dolusu mektup geliyordu, o da bunların tamamına el yazısı ile cevap veriyordu.
Güniz Sokaktaki evlerinde yasaklı dönemde sordum; “Beyefendi bunlar nasıl oluyor?” Cevaben merhum Demirel dedi ki. “günde bu evde bin kişinin elini sıkarım 600 kişiye de cevaplar yazar yazdırırım hepsi ıslak imzalı.
Güniz Sokakta yardımcıları vardı, fakat Zincirbozan Askerî Hapishanesinde tek başına idi. Bunlar bir sünnet ve bir lütf-i İlâhidir ve mevhibe-i Rabbanidir. Çünkü bizlerin hâl-ı âlemi ortadadır. Yorum yok...
İslamköy’de bir yıl önce açılan ve kendilerini son olarak orada dinlediğimiz “Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesi” halka her zaman açık olacak. Oraları gören yeni nesil nasıl bir devlet adamını kaybettiğimizi anlayacak.
Şimdilik sözümü büyük bir manzara ile bağlıyayım: Merhum Demirel’in tabutu, defalarca kendilerine ihtilâl yapan, 6 defa iktidardan aşağı inmesine sebeb olan, kendisini arkadaşları ile birlikte Hamzakoy’lara, Zincirbozan’lara hapseden ve 10 yıl siyasî yasak getiren askerlerin omuzlarında taşındı. Risale-i Nur kaleminin bir sırrı bu ki, buna da şahit olup yazıyoruz. Merhum Baba merak etme bu kalem kıyamete kadar sizleri yazacaktır…