Bediüzzaman; yaşadığı ilk yıllarından beri fevkalâdeliklerle dolu bir hayata sahiptir.
Gerek İstanbul hayatı ve gerekse Anadoludaki hayatı kendisinin asrın söz sahibi olduğunu göstermekte ve Bediüzzaman ismine layık bir hayat tarzı ile dikkatleri üzerine çekerek asrının âlimlerinin sitayişkârane bahsetmelerine sebep olmuştur.
Isparta Bediüzzaman Mevlid-i şerifi münasebetiyle gündemden düşmeyen Bediüzzaman’ı, farklı düşüncelerle anlatımını gündeme taşımak istedik.
Son devir âlimlerinden Kur’ân eğitiminde fevkalâde başarılarıyla hizmet veren Süleyman Hilmi Tunahan: Süleyman Efendi şöyle anlatır: “Said Nursî’ye makamını bizzat Resulullah (asm) vermiştir. En yüksek dereceye çıkmıştır. Hz. Allah’ın ilham ettiği şekilde yazacak, onun hizmeti de öyle.”
Nakşi Tarikatı’nın kollarından birinin temsilcisi konumunda olan Ramazanoğlu Sami Efendi: Lütfi Eraslan anlatıyor: “Yunak Müftüsü Süleyman Efendi bir gün M. Sami Üstadımıza sormuş: “Efendim, Said Nursî Hazretleri o karanlık günlerde nasıl korkusuzca cihada devam etti?”
Mahmud Sami Üstadımız cevaben buyurmuşlar ki: “Bir insanın Allah korkusu her tarafını ihata ederse, sair korkular onun bedenine girmeye yer bulamaz.”
Eski Diyanet İşleri Başkanlarından ve İstanbul Müftülüğü yapmış tefsir ve İslâm Hukukunda eserleriyle ve özellikle halkın ellerinden düşürmediği Büyük İslâm İlmihali’nin müellifi Ömer Nasuhi Bilmen: “Evlâdım, biz müellifiz. Bir mevzuu araştırır, o husustaki bilgileri toplar, bir nizam içinde düzenler, yazarız. Fakat Bediüzzaman böyle değildir. O, ilhama mazhardır. Onun kulağına yukarıdan fısıldayan var. Biz ise, kendi emeğimizin mahsulünü, derleyip toplayıp yazıyoruz. Bu sebeple, bizimki böyle olur, onun ki de öyle olur.”
Meşihat-i İslâmiye’de beraber görev yaptıkları ve İstiklâl Marşı Şairimiz eski Mebus Mehmed Âkif Ersoy: “İşarat-ül İ’caz umum Risale-i Nur’un bir fihristesi, bir listesi ve o Nur bahçesinin bir fidanlığı ve sırr-ı i’caz-ı Kur’ân’ın bir membaı olduğunu gördüm. Gayet ince ve derin olduğu için şimdiye kadar âlimler pek azını anlamışlardı. Fakat kimin eline geçmiş ise fevkalâde takdir etmiş ve ‘emsalsiz’ demiş.” Hatta Dar-ül Hikmette merhum şair Mehmed Âkif demiş ki, “En büyük âlim odur ki, bu tefsiri anlasın… Değil ki, bir benzeri yapılabilsin.”
Yine Dar-ül Hikmette iken bir mecliste Mehmed Âkif demiş ki: “Bediüzzaman’ın konuştuğu yerde bize ancak sükût düşer.
“Hasan Basri Çantay anlatmıştı: Mecliste Reisicumhur seçilirken Üstad da orada hazır bulunuyor. Reisicumhuru kasdederek, “Gideyim şuna birşeyler söyleyeyim” diyor. Bunun üzerine, başta Hasan Basri Çantay olmak üzere oradakiler korkuyorlar. “Şimdi gider, bir şey söyler, bizi de tehlikeye atar” diye Bediüzzaman’a mani olmaya, onu zorla durdurmaya çalışıyorlar.
Ama Üstad dinlemiyor, gidiyor. Paşa, “Buyurun, bir emriniz mi var?” diyor. “Estağfirullah, emrim filan yok.
Sana söylüyorum: Halim ol, selim ol, refik ol, şefik ol. İşte sana söyleyeceğim budur.” Mustafa Kemal Paşa “Teşekkür ederim” diyor, kendisini kapıya kadar uğurluyor.
Yine Hasan Basri Çantay anlatıyor: “Ondan sonra Mustafa Kemal, Bediüzzaman’a Şark vilayetleri müfettişliğini verdi. Diyanet İşleri Reisliğini verdi. Fakat Bediüzzaman bunların hiçbirini kabul etmedi. Mebusluk verdi. Yine reddetti. Büyük Üstad Bediüzzaman biliyordu ki, M. Kemal kendisini bu şekilde susturacak ve harcayacaktı. Zamanın müceddidi hiç kanar mı böyle tekliflere?”
Bediüzzaman, içinde yaşadığı cumhuriyeti ve meşrûtiyet-i meşrûayı savunuyordu. Meşrûtiyet’ten rahatsız olan bir diğer kesim de ulema ve talebelerdi. Zira onlar, anayasal sistemin ve hürriyetin dine aykırı olduğunu iddia ediyorlardı.
Bunu fark eden Said Nursî, Meşrûtiyet-i meşrûanın İslâm’a aykırı olmadığını, dört hak mezhebin klâsik kaynaklarına dayanarak ve İslâm tarihinden örnekler vererek ortaya koymaya koyarken şöyle diyordu: “Hakaik-i meşrûtiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezpten istihracı mümkün olduğununu dâvâ ettim.” Bunu yaparken, bir yandan gazetelere, dergilere yazılar gönderiyor, diğer yandan da medrese mensuplarının toplandığı yerlere giderek konuşmalar yapıyordu.
Meşrûtiyet’e tepkili diğer bir zümre de askerlerdi. Üstlerine, özellikle Harbiyeli subaylara itaat etmemeye başlayan askerler, büyük bir felâkete adeta dâvetiye çıkarıyorlardı.
Bu tehlikeyi fark eden Bediüzzaman, İstanbul’un farklı yerlerinde bulunan avcı taburlarını bir bir dolaşarak “Meşrûtiyet’in yanlış anlaşıldığını ve dine aykırı bir tarafı olmadığını” anlattı.
İslâm’ın anarşiye karşı olduğunu ve üstlerine itaat etmemeleri durumunda anarşiyi körükleyeceklerini anlatarak, onları itaate sevk etti.