Dünya hayatı sürprizlerle dolu. Bazen hayırla bazen şerle imtihan ediliyoruz.
Bu imtihan konularına sabır ve şükürle mukabele etmeye çalışıyoruz. Bazen muvaffak oluyoruz. Bazen de nefsimizin hazır lezzet zaafına ya da afaki ihmallere aldanabiliyoruz. Tüm bunlar belirli bir sıra ve hikmete göre yaşanırken ölüm hakikatiyle yüzleşmemiz insanı çok farklı bir felsefî boyuta taşıyor. Sevdiğimiz ve tanıdığımız bir simayı ahiret yolculuğuna uğurlamak beraberinde iç dünyamızda hesaplaşmayı da getiriyor…
Âliye nenem ailemizin en büyüğü, herkesin annesi ve 92 yıllık koca bir çınardı. Vefat haberini aldığım anda tarifi zor hissiyat içindeydim. İlk şoku atlattıktan sonra bu haberin anneme nasıl söyleyebileceğimi düşündüm. Meğer ne kadar zormuş anneme annesinin vefatını söylemeye çalışmak! “Anne sana bir şey söyleyeceğim” dedikten sonra devamını getirmek çok müşküldü. Benim üzgün hâlim anında 7 yaşındaki kızıma da tesir etmişti. Nenemin vefatı sebebiyle üzüldüğümü fark etmiş olmalı ki “Baba, büyük nene öldüğü için mi üzgünsün?” sorusuna ne cevap verdiğimi hatırlayamıyorum…
Gece yarısı apar topar Ankara’ya gitmek üzere yola koyulduk. Ahir zamanda maalesef düğün ve cenazelerde görebildiğimiz akrabalarımız toplanmıştı. Üç evlât ve yedi torun son yolculuk için nenemin yanındaydı. Morg, cenaze namazı, defin ve taziyeleri kabul etme aşamaları sırasıyla yapıldı.
92 yıldır Âliye ismiyle hitap edilen nenemin defninden sonraki ahşap mezar taşında “1306” yazılması beni çok etkiledi. Artık nenem 1306 sayısıyla mı tanımlanacaktı? İsim yerine sayı mı gelmişti? Dünya gerçekten çok garipti. Risale-i Nur’da geçen; “Dünya madem fânîdir; değmiyor alâka-i kalbe.”1 Vecizesini hatırladım. Fânî olması sebebiyle kalbimizin alâka kurduğu dünyevî vakıa, hissiyat, mal, makam aslında ne kadar boştu. Neticeye bakıldığında her şeyi arkada bırakıyoruz. İki metrelik çukurda bir bez parçasıyla baş başa kalıyoruz.
O hâlde bu vefattan nasıl ibret almak gerekiyor? Aklıma bir hadis geldi: “Ölen kimseyi peşinden üç şey takip eder: Aile çevresi, malı ve yaptığı işler. Bunlardan ikisi geri döner, biri ise kendisiyle birlikte kalır. Aile çevresi ve malı geri döner; yaptığı işler (ameli) kendisiyle birlikte kalır.”2
Bütün iş amellerde düğümleniyor. “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı”3 düsturunu yaşayan bahtiyarlara selam olsun. Bütün mesele aslında takdir edilen ömür saniyelerini Rabbimizi razı edecek şekilde geçmesine gayret etmek.
Şu gök kubbede hoş bir sadâ bırakmak ve arkadan iyi bir insan olarak hatırlanmak saadete, huzura giden yolu açıyor. Madem ölüm var, küçük hadiseleri içimizde tekrarlayarak kendimizi ve çevremizi üzmeye gerek yok. Bazı kitaplarda “ Beş sene sonra hatırlamayacağınız olay ve kişiler yüzünden kendinizi üzmeyin” yazılıdır. Ne kadar doğru bir tespit değil mi?
Bir şey daha fark ettim. Hayat çok uzun görünse de aslında çok kısa ve hızlı geçiyor. Herkes kendi yaşını düşündüğünde bu hakikat ortaya çıkıyor. Her seneden bir saatlik anı bile kalmıyor. 60 yaşındaki bir insana hayatını anlatın deseniz, belki 2-3 saat sonra anlatacak bir şey bulamaz. Koca 60 yıldan elinde birkaç saat kalmıştır. 60 sene nasıl geçti? diye sorulsa çok hızlı geçti diyecektir. Şimdiye kadar zaman yavaş geçiyor diyen birine rast gelmedim. 60 yıl nasıl geçmişse aynı hızla ölüme de kavuşacağız…
Nenemin ilk torunuydum. Birçok tatlı hatıra biriktirdik. Şu satırları yazmaya çalışırken yüzümde hüzünlü bir tebessüm var. Beraber kayısı toplamamız, ceviz ağaçlarını silkmemiz, dut dallarını sallamalarımız gibi birçok bahçe işinde bir zamanlar yardım etmeye çalışmıştım. Kız çocuklarına karşı belli bir mesafesi olmasına rağmen benim kızlarımı çok severdi. Hatta kardeşime telefondan fotoğrafını açmasını söylemişti. “Belki bir daha göremem. Son bir kez kızların fotoğrafına bakayım” demişti. Belki de bu psikoloji bizde de olacak ki dört nesil (anneannem, annem, ben ve kızım) bir arada olan bir fotoğraf çektirmiştik… Daha söylenecek çok söz ve hatıra olsa da bu kadarla iktifa etmek istiyoruz. Rabbim cümle geçmişlerimize rahmet eylesin. Nenemin temiz ruhu için el-Fatiha…
Dipnotlar:
1-Mektubat,s. 96.
2- Buhârî, Rikak 42; 3- Lem’alar, s. 389.