Cemil Meriç de “talebe”nin “öğretmen”i yeneceği düşüncesindeydi.
Bu Ülke’sinde şöyle anlatıyor: “Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asâletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: Kültür. Genç kuşaklar, Batının bit pazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, üretir. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.” Bayezid-i Bistami, hakikat aramakla bulunmaz, ama bulanlar arayanlardır, demişti. Talebe aramayı bulmaya tercih edendir. Çünkü, hakikat güzeldir; aramak da güzel olmalıdır; Bediüzzaman’ın dediği gibi nazenin ve nazdâr olanın mehri dikkattir; yani zekâ ister. Sonuç, Yunus’un dediği gibi; ballar balını buldum, kovanım harap olsun, olmalıdır.
François Rabelais’ın, çocuk doldurulacak bir vazo değildir; yakılacak bir ateştir, ifadesi burada önem kazanıyor.
Şu halde: Eğitimin kalitesini arttırmak için insan mı yetiştirelim? Eğitimi ucuza getirip daha da yaygınlaştıracak daha çok ve güzel binalar mı yapalım? Eğitim yüksek kalite sermaye, işletim, istihdam ve üretim gerekliliğinin en fazla olduğu bir alandır. Araştırma - geliştirme, medya, sanat gibi... Yeni hâlde, şu slogan: ‘bir öykü yaz’, ‘bir robot tasarla’, ‘bir beste yap’ önem kazanmakta. Evet hem Sartre hem bir Mozart ve Goethe hem de bir Steve Jobs... Yeni neslin yetenekleri nasıl ortaya çıkarılacak? Eğitim hem bir fen (science) hem de bir san’at (art). Meşhur Steam kısaltması bütünde “eğitim”i ifade ediyor; ancak içinde san’at (art) eklenmiş olsa da eğitimin fen yönünü baskın olarak kullanıyor. Çünkü san’at yönü özünde insaniyet tarafı demek. Bunun hayattaki karşılığı büyük oranda “ahlâk”ı karşılıyor. Buradaki ahlâk ise, bilimin modern anlayışının temsil ettiği seküler anlamı “etik”i değil de asıl eğitimin bitmeyen sonsuz ve mutlak sonuçlarını gösteren “iman”ın neticesi olan ahlâktır. Bediüzzaman için mükemmel ahlâkın kaynağı; Sünnet-i Seniyye pratiği ile gerçekleşebilecek olan ilimle dinin mezcidir. Bunun çağdaş bir yorumu olarak, Bediüzzaman’ın medreselerde dikkat çektiği ve çözüm getirdiği iki husus bir araştırma sonuçlarında da kendini gösterdi.
Araştıran Okul Akreditasyon ve Değerlendirme Merkezi uzmanları tarafından hazırlanan “Türk Eğitim Sistemi: Sorunlar ve Çözüm Önerileri” başlıklı rapordaki iki öneri bu meselede örnek olabilir:
1. Eğitim sistemimizin en stratejik konusu öğretmenin hizmet öncesi ve sonrası eğitimidir. Bu konuyu çözmeden hiçbir konuyu çözmemiz mümkün değildir. Bu stratejik konunun diğer bir bileşeni de öğretmen eğitimi veren akademisyenlerin yeterlikleridir. Bu alanda çalışan akademisyenlerin göreve başlamadan önce öğretmenlik tecrübelerine sahip olmaları ve süreç içerisinde de okullarla bağlantılarını hiçbir zaman koparmamaları gerekir. Öğretmen eğitimleri öğretmen adaylarının uygulama becerileri ile birlikte araştırma-okur-yazarlığı yönlerini geliştirecek şekilde planlanmalıdır.
2. Ortalama yaşı OECD-AB ülkelerinden daha genç öğretmen kadromuz en büyük avantajımız. Ancak yetişkin nüfusumuzun eğitim yılı ortalamasının diğer benzer ülkelere göre düşüklüğü OECD tarafında yapılan yetişkin becerileri araştırmalarındaki düşük performansımız en zayıf yönümüz. Bu sebeple Türk Eğitim Sistemi yalnızca okul çağı nüfusunu değil, bütün nüfusun eğitimini hedeflemelidir. Bunun sonucu olarak da eğitim sistemimizin diğer ülkelerden en önemli farkı yetişkin eğitimlerini ana konularından birisi olarak ele alması olmalıdır.
Şehrin ışıkları, Charlie Chaplin’in önemli filmlerinden biridir. Film bir heykel açılışı töreni ile başlar. Örtü kaldırılınca devasa heykelin kucağında uyuya kalmış bir Şarlo ortaya çıkar. Heykeller barış ve esenlik dilekleriyle açılır, ancak kucaklarında ayrımcılık ve mütecaviz zulümleri büyütür. Cumhuriyet’in öğretmeni de Türkiye’ye böyle uyanmıştı. Halbuki Bediüzzaman’ın kendisine heykeller hakkında fikrî sorulduğunda söyledikleri eğitimin de mottosu olmaya lâyıktır: Bu millet için yapılacak heykel; yol, köprü, mektep vesaire gibi hizmetlerdir (Badıllı, Mufassal Tarihçe).
Medrese en başından bir “mezc”lerden ibaret eğitim anlayışını ifade ediyor. Osmanlı da bu geleneği bir yere kadar götürmüştü. İznik’te bulunan Orhaniye Medreseleri 1331 yılında Orhangazi tarafından yaptırılmış ve din dersleri dışında tıp, matematik, coğrafya, felsefe, fen bilimleri, astronomi, mühendislik eğitimleri veriliyordu. Diğer medreselerden en büyük farkı ise Dar’ül Fünûn (İstanbul Üniversitesi) kuruluncaya kadar branşlaşmış eğitim veren ilk kurulduğu zamanki amacından sapmadan özerklik, kadro yapısı ve ders programları ile bugünkü üniversiteler gibi çalışan ilk yüksek eğitim kurumuydu. Coğrafya, ırk, boy, cinsiyet ve renginden bağımsız her toplumun, ortalama % 2’si zeki ve yeteneklilerden oluşur. Üstün zekâ ve yetenek bir şeydir, ama bunu keşfedebilmek, daha başka bir şeydir. Şunu kabul etmelidir ki; Osmanlı sisteminin zirve yaptığı yıllar Kanunî dönemidir.
Kanunî’nin Zigetvar seferinde ölmeden önce dediği şuydu: “46 sene şu cihana hükmettim. Ne yaptım derseniz, 3 önemli iş yaptım, 2’si devlet sırrıdır...” Üçüncü en önemli yaptığı; Sinan’ı Kayseri’nin Ağırnas Köyü’nden, Baki’yi Bursa’dan ve Mehmet’i (Sokullu) Bosna’nın Sokoloviç kasabasından bulup medeniyete kazandırmasıdır.
Bediüzzaman bu geleneğin “sahabe mesleği” olduğunu şöyle anlatıyor: “Enbiyadan sonra en muhterem ve yüksek taife ve ümmî ve bedevî oldukları halde az bir zamanda nur-u Muhammedî (asm) ile şarktan garba kadar âdilane idare edip, cihangir devletleri mağlûb ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil olarak o asrı bir Asr-ı Saadet hükmüne getiren sahabeler; Muhammed’in (asm) her halini tedkik ve taharriden sonra gözleriyle gördükleri çok mu’cizatın kuvvetiyle eski düşmanlıklarını ve ecdadlarının mesleklerini ve çokları -Hâlid İbn-i Velid ve İkrime İbn-i Ebu Cehil gibi- pederlerinin tarafdarlıklarını, kavim ve kabilelerini tamamıyla bırakıp bütün ruh u canlarıyla, gayet fedakârane bir surette İslâmiyete girerek aynelyakîn derecesinde Muhammed’in (asm) sadıkıyetine ve risaletine imanları; sarsılmaz, küllî bir şehadettir.”
(Elhüccettüz zehra)