İlahiyatta okurken şeriatın hükümleri hakkında bizim de pek çok çekincelerimiz vardı. “Hırsızlık yapanın neden eli kesiliyor?
Erkeklere neden 4 evlilik hakkı verilmiş?” tarzı pek çoğumuzun zihnine gelen sorular Şeriatın hükümlerini sorgulamamıza sebep oluyordu. Bunun bir sebebi şimdiye kadar bize şeriat denilince -İslâmiyeti teröre alet eden radikal gruplar yüzünden- bize hep “asan-kesen şeriat” imajı çizilmişti. Şeriatla yönetildiğini iddia eden, kötü örnek teşkil eden bazı İslâm ülkeleri de bunda etkin rol oynuyordu. Risale-i Nur’un ve İslâm Hukukunun dersini mezc edince elhamdülillah bu ve benzeri sorularımızın hepsi cevap buldu.
Meselâ biz her hırsızlık yapanın elinin kesildiğini sanıyoruz değil mi? İçinizden evet dediğinizi duyar gibiyim. Peygamber Efendimizin (asm) Asr-ı Saadeti’nde bununla ilgili tek örnek varken, Osmanlı’da elli yılda ancak bir tane el kesme cezasına rastlanılmıştır. Hırsızlığın had cezasına çarptırılması için pek çok şartlar vardır. İki adil şahidin şahitlik yapması ve hâkimin de muhakemesi neticesinde suçun sabit olduğuna kanaat getirmesi gerekir.
Hâkim şahitlere sırasıyla: “Hırsızlığın mahiyetini, çalınan malın cinsini, kıymetini, miktarını, nasıl çalındığını, hırsızlık yerini, hırsızlığın ne zaman yapıldığını, malı çalan şahsın kim olduğunu” şahitlere sorar. Bunların her birisine verilen cevap hükmü koydurur. Ne malı çalınanın ne de hırsızlıkla suçlananın hakkı çiğnenmiyor. İşte bu yüzden, Şeriatın kestiği parmak acımaz.
Hükmün caydırıcılığına ve muhakemenin ayrıntısına bakar mısınız? Hırsızlık yapmaya niyet edenin kalbine manevî yasakçıyı koyduran şeriat-ı İlâhiye değil de nedir? Hangi ceza kanunu hırsızlığı bu derece caydırıp toplum hayatını bu denli düzene koyabilir?
Gelelim dört eşlilik meselesine. Öncelikle şeriatın bu hükmü hiç kimsenin suistimal edemeyeceği, dalga geçemeyeceği kadar mühim bir meseledir. Âyette “Eğer âdil olursanız” (Nisa Sûresi 3. âyet) vurgusuyla iki, üç veya dört eşe müsaade edilirken, başka bir âyette de “gerçi âdil olamazsınız” derken istenilse bile kalben adil olunamayacağı belirtilmiştir.
Şeriatta tek eşliliğin daha hayırlı olduğu nitelendiriliyor. Ayrıca çok eşlilikte şeriat öyle ağır şartlar koymuştur ki çoğunluk bunları yerine getirebilecek imkâna ve potansiyele sahip değildir. Bununla birlikte cahiliye döneminde istediği kadar kadını nikâhlayan, kadının değerini hiçe indiren adetlerin uygulamaları karşımıza çıkıyor. Cahiliye Arapları dışında, Roma ve Yunanlıların da kadını bir köle gibi gördüğünü tarih bize ispat ediyor. Şeriat evliliği birden dörde çıkarmamış, dokuz-ondan dörde indirmiştir. Bu uygulamayı tamamen değiştirmek demek insanların fıtratını tamamen değiştirmek demektir. Bâzı noktalarda şer olsa da ehvenüşşerdir.
Evlilikteki asıl gaye ve hikmet çoğalmak ve üremektir. Cinsi münasebetten alınan lezzet ise o vazifeyi gördürmek için Rahmet tarafından verilen cüz’î bir ücrettir. Kadının fıtratına baktığımızda ortalama elli yaşına kadar çoğalmaya uygun yaratılmışken, bu ömrün neredeyse yarısı hayızla geçmektedir. Yılda en fazla bir kere çoğalmaya müsait bir yapıdadır. Fakat erkek yüz yaşına kadar da üremeye ve çoğalmaya müsait bir yapıda yaratılmıştır. 25 yıllık bir fıtratla, 100 yıllık bir fıtratı oranladığımız zaman dört eşliliğin adalet olduğunu anlıyoruz.
Medenî Kanun tek eşliliği yasalaştırdığından dolayı gayr-ı meşrû ilişkilerin ne kadar arttığını, kadının hukukunun ayaklar altına alındığını ve bir meta gibi kullanılıp değersizleştirildiğini görüyoruz. Aile kurumunu zedeleyen, darmadağın eden bu durumu hangi medeni kanun düzenleyebilir? Tam adalet olmasa da zinanın ve fuhuşhanelerin yolunu kapatan bu hükme kim adil değil diyebilir? Kadın haklarının en çok sorgulandığı bu dönemde kadının haklarını hangi kanun tam manasıyla verebildi?
Aile, miras, ceza, ticarî hukuk gibi anayasal sistemin tamamında, Şeriatın insana en temel hak ve hürriyetleri verdiğini; kadının, erkeğin, annenin, babanın, çocuğun, yaşlının, gencin, karı-kocanın, fakirin, zenginin ve toplumun bütün sosyal tabakalarının hakkını muhafaza ettiğini görmekteyiz. İslâmiyet bize dizginimizin yalnızca Allah’a bağlı olduğu mükemmel bir hürriyet vermiştir. Nefsin gayr-ı meşrû isteklerinden uzak, Allah’ın rızasına yakın bir saadet-i dareyn vaad etmiş Rabbimiz.
Hürriyet nefse değil, Allah’a kul olmaktadır.