Risale-i Nur’dan ders okuyoruz.
Yirmi Üçüncü Söz’den başlıyoruz. Orda, iki cümle dikkatimi çekiyor. “İman bir intisaptır. Küfür ise o nispeti ka’teder.” İman, Rabbi ile kul arasında bir bağ, sürekli bir iletişimdir. Küfür ise o bağlantıyı, iletişimi kesiyor. Dimağımda fırtınalar kopuyor. Nefsimde müşahede ettiğim imanî ve küfrî halleri tefekkür etmeye başlıyorum. Evet, lisanımda “Elhamdülillah Müslümanım.” cümlesini kurabilirken; hallerimde, fiillerimde küfrü hissettiren kokular alıyordum. Küfür tohumlarının kalbime yerleştiği anları düşünüyorum. Dünyam karanlığa dönmeye başlıyor. Hayatın herbir hadisatından dehşet alıyorum. Kalbim hüzünle doluyor. Ruhumu, bedenimi endişeler sarıp sarmalıyor. Korkuyorum, çok korkuyorum. Ürperiyorum. Hayattaki hiçbir gayeye ulaşamıyorum. Çabaladıkça; her şey elimden kayıp gidiyor. Bırak başkasının hayatına yön vermeyi; kendi hayatımı bile idare edemiyorum. Hiçbir şey istediğim gibi olmuyor. Acizliğimi hissettikçe öfkeleniyorum. Dayanamıyorum bu çaresizliğe. Hiç kimse bana yardım edemiyor. Hiç kimse ihtiyaçlarımı karşılayamıyor. Hayattan tat alamıyorum, tatmin olmuyor kalbim, ruhum, aklım...
“Böyle olmaz” diyorum. Düşünmesi bile ne kadar dehşet veriyor. Nefes alış verişlerim hızlanmaya başlıyor. Bu halletten kurtulmak için Rabbim’den medet istiyorum. Birden irkiliyorum ve uyanıyorum o halet-i ruhiyeden.
Bu sefer imanî hallerimi tefekkür etmek istiyorum. Birden, elektrik lambasının düğmesine basılmış gibi dünyam aydınlanmaya başlıyor. Hayatın herbir hadisesine ibret ve hikmet-i İlâhiye nazarıyla bakmaya başlıyorum. Her hâdise karşısında titremekten kurtuluyorum. Kalbim huzurla doluyor. Kendimi güvende hissediyorum. Kâinattaki manalı, yüksek, güzel nakışları, isimleri okumaya başlıyorum. Her şeyin bir anlamı olduğunu görüyorum. Kâinattaki anlam arayışım cevabını veriyor artık. Bütün mevcudat lisan-ı hâliyle bana Hâlıkımı tanıttırıyor. Her şeyin onun elinde olduğunu; hükmünün, tasarrufunun bütün mahlûkatın üzerinde olduğunu müşahede ediyorum. Artık korkmuyorum. Bu kâinata boşuna gelmediğimi anlıyorum. Hâlıkımın antika bir san’at eseri olduğumu idrak ediyorum. Her şey bana dost görünmeye başlıyor. Endişelerim yerini tevekküle bırakıyor. Kâinata meydan okuyabilecek bir güç hissediyorum kendimde. Aczimin beni bu kadar kuvvetli, zilletimin bana bu kadar lezzet verdiği bir ân daha hatırlamıyorum. İmanın gözlüğünden bakmak, hayatımı nasıl da güzelleştiriyor. Derinden bir “Ohh, Elhamdülillah” çekiyorum. İman nimetinden dolayı Rabbime hamdolsun.
Tevhid, sadece bir olan Allah’a inanmaktan ibaret değildi. Her şeyin izinin, yüzünün bir olan Allah’tan olduğuna inanmaktı. O’nun hikmetine itimat etmekti. Teslim olmaktı. Tevekkül etmekti. Çünkü “iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” Hepsi birbiriyle sürekli bir iletişim ve döngü içindeydi. O yüzden birbirinden ayrılamazlardı.
Sonra her ânımın birbirini tutmadığını, hatta bazen kendimle çeliştiğimi fark ediyorum. Bazı hallerim küfür kokarken, bazı hallerim de iman nuruyla doluyor. Neden halet-i ruhiyem sık sık değişiyordu? Kendimi niçin muhafaza edemiyordum?
Sonra diyorum ki; ey nefsim! Sen bir hayvan değilsin ki, hayatın bütün zorluklarını hemen öğrenebilesin. Hayvan kısa bir zamanda istidatlarına göre hareket ederken; sen daha on beş yaşında, doğruyla yanlışı yeni yeni birbirinden ayırt ediyorsun. Bak kaç yaşına geldin; hâlâ yanlış yapabiliyorsun. İnsansın çünkü. Hatadan hali olamıyorsun. Her ân öğrenmeye muhtaç bir vaziyette yaratılmışsın. Öğrenerek, ilimle meşgul olarak doğru yolu bulabiliyorsun.
O yüzden; duâ et, talep et, Rabb’inden kalbinden geçen her şeyi iste. İste, çünkü sen bunun için yaratılmışsın. Talep et ki, ihtiyaçların karşılansın. Duâ et ki cevabını bulasın. Çünkü insan için ancak istediğinin karşılığı vardır. Belki aynısı, belki daha iyisi, belki de en iyisi. Kul olmanın gereği istemekti. Çünkü insanın vazife-i asliyesi iman ve duâdır. Neticesi de ahirete bakıyor. O yüzden tahkik-i imanı elde etmek için çabalamaktan ve duâ etmekten asla vazgeçme...