İnsanın bekaya olan arzusu ve ihtiyacı Risale-i Nur’un pek çok kısmında anlatılmıştır.
Fakat temas edilen yerleri incelediğimiz zaman, her biri farklı bir açıdan konuyu ele alıyor. Böyle olunca insan, hayret edemeden duramıyor. Daha önce belki kaç kez okuduğumuz yer, o an açılıyor ve insanın hissiyatlarını okşayıp, adeta lâtifeleri, tarif edilemez bir lezzete gark ediyor. Bir konuya farklı açılardan bakan yaklaşımıyla, Risale-i Nur’un kaynağının Kur’ân olduğunu, tefekkür eden akıllar, bir kez daha derk ediyor. Haza min fazli Rabbi. Yine böyle bir paragrafa denk geldim. Sayfalarca yazsak anlatamadığımız bir konuyu, Nur Risaleleri; bir satırda, bir cümlede, bir paragrafta ne güzel izah ediyor.
“Ebedî, sermedî, misilsiz bir cemal, elbette ayinedar müştakının ebediyetini ve bekasını ister. Hem, kusursuz, ebedî bir kemal-i san’at, mütefekkir dellâlının devamını talep eder. Hem, nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tenaumlarını iktiza eder.
İşte, o ayinedar müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir, en başta ruh-u insanidir. Öyle ise, ebedülâbad yolunda, o cemal, o kemal, o rahmete refakat edecek, baki kalacaktır.”(11. Söz)
Bu paragrafta ilk defa değil, ama farklı açıdan insanın Allah tarafından konulan üç özelliğini izn-i İlâhî ile fark ettim.
1- İnsanın ayinedar müştak oluşu. Yani beşer, yanında, yakınında ya da kalbinde olan bir şeyin sıfatlarını yansıtma özelliğine sahiptir. Meselâ çocukluğumuzu düşünelim. En sevdiğimiz kişi kimse, hep ona benzemek istemişizdir. Bu annemiz de olabilir, babamız da. Küçükken onları çok sevdiğimiz için hareketlerini ve sıfatlarını taklit etmişizdir muhakkak. Biraz daha büyüyünce, çok sevdiğimiz bir arkadaşımızın özelliklerini üzerimizde yansıtmışızdır. “Bana arkadaşını söyle. Sana kim olduğunu söyleyeyim.” sözü belki de bu yüzden durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Evet, seven sevdiğine benzemek ister. Eşlerin zamanla birbirine benzemesi de bu sırdan ileri geliyor. Sevme kabiliyeti olan insan, sevdiğinin sıfatlarını üzerinde taşımak ister. Fakat, gel gelelim ki, bu sevdiklerimizin güzel gördüğümüz özelliklerinin, zamanla kusurlarını fark etmeye başlarız. Ebedî bir güzelliğinin olmadığını idrak ederiz. Bu sefer tahkik-i imanın vermiş olduğu kuvvetle; ebedî, sermedi ve misilsiz güzellik sahibi Cemil-i Mutlak’ın sıfatlarını üzerimizde yansıtmak isteriz. Çünkü artık kalbimizde sadece onun muhabbeti olduğu için, O’nu sevdiğimiz için, O’nun sıfatlarını üzerimizde göstermeye gayret ederiz.
2- İnsanın ruhuna derc edilen bir diğer özellik, “dellâl-ı mütefekkir” oluşudur. Yani insan, her zaman nefsinde ve afakta müşahede ettiği tefekkürünü ilân etme, konuşma ihtiyacı hisseder. Tabi, bunun hayır ve şer yönü var. Bazen bu özelliği şerde kullanıp gıybet, dedikodu gibi şe’ni işlere müracaat edebiliyoruz. Evet insan, tefekkürünü paylaşmak ister. Fakat bu vehim, vesvese, evham, su-i zan ve su-i tevilin tahrikiyle olmamalı. Tefekkürü paylaşma ihtiyacının hayır yönü, Sani-i Zülkemal’in yarattığı san’at eserlerini müşahede etmek; bu tefekkürünü de paylaşmaktır. Bunu konuşarak da yapabiliriz, yazarak da, fotoğrafını çekerek de. Meselâ şu anda bu yazıyı yazarak, ben de sizinle tefekkürümü paylaşıyorum. Ve inanın bu tarz paylaşımlar insana müthiş lezzet veriyor. Fakat dedikodu, gıybet, harama bakmak gibi alçak işler ise, insanın ruhunu sıkan, vicdanına azap çektiren haller vermekten ve insana, günahtan başka bir şey kazandırmıyor.
3- İnsanın fıtratına yerleştirilen bir diğer özellik, onun muhtaç “müteşekkir” oluşu. Yani, kendisine yapılan iyilikler, verilen hediyeler, insanı minnet altında bırakıyor. Bu yüzden nev-i beşerden bu tür hareketler gördüğümüz zaman teşekkür etme ihtiyacı hissederiz. Hatta minnet altında kalmamak için; biz de iyilik yapar, hediyeler veririz öyle değil mi? Bir hata yaptığımız zaman sevdiklerimizin bizi affetmesini isteriz. Çoğu zaman da affedilmeyiz. Hâlbuki, ne günah işlersek işleyelim; bize hiçbir zaman kapısını kapatmayan, bize her durumda merhamet eden, dil-din gözetmeksizin rahmetiyle bizi rızıklandıran, bizi maddî-manevî nimetlerle donatan Mün’im-i Hakikî olan Rabbimize teşekkür etmeyi hep unuturuz. Aslında insanlardan gördüğümüz iyiliklerin de ondan geldiğini göz ardı eder, perdelere, sebeplere takılırız. Ta ki tahkik-i imanı elde etme yoluna girene kadar. Âdeta yeni görmeye, duymaya, dokunmaya, tatmaya, hissetmeye başlarız. Bu sefer, kulluğumuzun bilincinde olarak Rabbimize yönelip O’na şükrederiz. Yalnız O’na ibadet eder, yalnız O’ndan yardım dileriz. Bize verilen bu müthiş özellikleri istikamette kullanınca, elbette Rabbim de kulunun bekasını arzular. Ayinedar müştakının, dellâl mütefekkirinin, muhtaç müteşekkirinin ebediyyetini arzu eder. Öyleyse insan, ebedülâbad yolunda, o Cemal, o Kemal, o Rahmete refakat edecek, bâki kalacaktır.