"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

En yüksek bir hakikat: İhlâs

Alper ÖZCAN
18 Haziran 2015, Perşembe
M. S. 155 yılında İzmir’de yakalanan Hıristiyan azizlerinden Sen Polikarp muhakeme ediliyor...

İmparatora biat etmesini ve Hz. İsa’ya (as) sövmesini istedi hâkim, Polikarp’ten...

“86 yaşındayım ve bugüne kadar İsa’yı bağrımda gezdirdim. Efendime sövmem...”

Emrindeki vahşî hayvanları hatırlattı hâkim. Yetmedi, ateşe atmakla tehdit etti.

Polikarp’in umrunda değildi hiçbiri... Kendinden emindi sözlerinde:

“Ölüm bizce saadettir. Kötüden iyiye geçmiş oluruz. Senin ateşin beni ancak bir saat yakar. Sen yakında gelecek olan adaletin ateşini düşün. Ebedî cehennemin ateşini düşün...”

Ateşe atılmakla burun burunaydı; ama Hz. İsa’ya (as) edep dışı bir söz etmedi Sen Polikarp...

Çünkü dayanağı, en büyük kuvvet olan Allah’ın (cc) kudretiydi...

İnsan samimî olarak kul olursa Allah’a, O’nun sonsuz kudretini kendine celp etmiş olur...

Bu da inanan için, hem maddî hem de manevî bir kuvvet değil midir?

Başta Peygamberimiz (asm) ve diğer peygamberler, sonra Sahabe-i Güzin ve Allah’a dost bütün kalpler zulmün ve baskının bile altında “Allah!” demiş, gayrını düşünmemişler...

Ve baş eğmemişler zalimlere...

Onların şanlı hayatları bunun en büyük şahidi...

Üstadımız Bediüzzaman meselâ...

Titremiş miydi Rus Çarı’nın idam tehdidi karşısında?

Asla...

“Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir.” (Tarihçe-i Hayat) deyip, kemâl-i izzetle ve şecaatle, hiç ehemmiyet vermemişti idam emrine...

O, hayatı boyunca Allah’a tam güvenmişti...

Onu en çetin hadiseler karşısında titretmeyen; Allah’a dayanmanın “en büyük bir kuvvet” olduğuna inancıydı...

Molla Said, Mustafa Paşa ile at yarışına çıkar...

Mustafa Paşa gayet serkeş ve talimsiz bir at hazırlatır onun için.

Belki de bu yabanî ve hırçın atın onu düşürerek öldürmesini arzulamaktadır...

Henüz on altı yaşındadır Molla Said...

Atı biraz dolaştırır, sonra koşturmayı arzu eder.

At, onun istediği istikametin aksine doğru koşar. Var gücüyle durdurmaya çalışır atı; ama muvaffak olamaz. Kısa sürede çocukların bulunduğu bir alana gelirler.

Yabanî at ön ayaklarını kaldırıp çocuklardan birinin omuzları arasına vurunca çocuk yere düşer ve hayvanın ayakları altında çırpınmaya başlar.

Cezire ağalarından birinin oğludur çocuk...

Nihayet etraftan insanlar da yetişir olay alanına.

Çocuğu yerde hareketsiz, ölü gibi yatıyor görünce çekerler hançerlerini, Molla Said’in üzerine yürürler.

Molla Said’in başı diktir. Korkudan eser yoktur bakışlarında...

“Hakikate bakılırsa, çocuğu Allah öldürmüş.” der. “Zâhire bakılırsa, at öldürmüş. Sebebe bakılırsa, Kel Mustafa öldürmüş; çünkü bu atı bana o verdi. Durunuz, ben gelip çocuğa bakayım; ölmüşse sonra muharebe edelim.”

İner attan ve hareketsiz  çocuğu soğuk suyun içine batırıp çıkarır. Çocuk gülerek açar gözlerini... (Mufassal Tarihçe-i Hayat)

Allah’a tamdır güveni Molla Said’in...

***

Allah’ın yardımı ve Rasulullah’ın şefaati “en makbul bir şefaatçi” idi.

Biliyordu Bediüzzaman...

İşte manzara:

Birinci Cihan Harbi...

Pasinler cephesi...

Üstadımız ve Molla Habib beraber Rusya’ya karşı hücum halinde...

Düşman topçuları birer dakikalık fasılalarla üçer top güllesi atıyor...

“Ne dersin, ben bu gâvurun güllesine gizlenmeyeceğim.” diyor Molla Habib’e...

Molla Habib de aynı inancın gücü ile katılıyor Üstadına...

“Ben de senin arkandan çekilmeyeceğim”...

İkinci top güllesi pek yakınlarına isabet ediyor.

“Hıfz-ı İlâhînin onu muhafaza ettiğine kanaatle Molla Habib’e der: ‘Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz” (Tarihçe-i Hayat)

Top güllesinden bile geri durmuyordu Bediüzzaman...

Zira tam iman ediyordu, hıfz-ı İlâhinin muhafaza ediciliğine...

Talebelerinden oluşturduğu milis alayının başında, savaş hattında at üzerinde dolaşıyor, her defasında cephenin en önünde yer alıyordu. Korkusuzca savaşıyordu...

En metin bir nokta-i istinadın “Allah!” olduğu, cesaretinden anlaşılıyordu.

* * *

“Tevhid-i kıble et!” (Mesnevî-i Nuriye) hitabına mazhardı Bediüzzaman...

“Sahabe mesleğinin son asır temsilcisi olan hakikat yoluna en kısa yoldan ulaşma dersidir.” diyordu.

Samimî ihlâsın en kısa bir tarîk-i hakikat olduğunu yaşantısıyla ispatlıyordu.

Onun dâvâsı iman ve İslâm dâvâsıydı...

İnsanların ve bilhassa Müslümanların ebedî hayatını kazanma dâvâsıydı...

Van Kalesi civarında, Horhor Medresesinin üstündeki tepeye hızlı adımlarla ilerlerken ve tam da tepenin altındaki mağaraya ineceği sırada aniden ayağı kayar. Ayaklarına basamak edecek, eliyle ise tutunacak bir yer bulamaz. Bir an boşlukta kalıverir...

Ölümün, yüzünü apaçık gösterdiği o korku anını yaşayacak herkesin yapacağı şeyi yapar...

Var gücüyle bağırır...

Ama bir farkla...

Duyulsun diye değildir bu ses...

Bu bağırış, imdat da istemiyordur...

Nefsi yararına da çıkmamıştır bu gür nida...

Bu haykırış önce içini yakar, sonra yankılanır kayalarda..

“Dâvâm, Ah dâvâm!”...

Düştüğü yer altı metre yüksekliğinde bir kayalıktır; fakat sanki gizli bir el onu iter ve o üç metrelik bir kavis çizerek aşağıdaki mağaranın kapısının önüne iniverir.

İşte, apaçık muhafaza edilmiştir dâvâ adamı...

Çünkü Kur’ân hizmetine adanmışlık, en makbul bir duâ-i manevî değil midir?..

***

Aciz insanın başarı içerisinde hizmet edebilmesi yalnızca inayet-i İlâhiye ile mümkün...

Onun celbi içinse en büyük güç, duâ...

Bediüzzaman duânın en makbulünü ihlâsı ile ispat ediyordu...

İhlâs, onun için en kerametli bir vesile-i makasıt idi...

Ona Allah’ın bahşettiği en büyük keramet; muazzam baskıların ve zulmün altında, hem de az bir köylü topluluğu ile Risale-i Nur’u neşretmesi değil miydi?

Hem de bu neşir, daha sonra elliden fazla dile çevrilerek onlarca ülkeye ulaşacaktı...

Ömrü boyunca sünnet-i Resulullah’tan ayrılmamış, geceler boyu uykuları kaçarcasına âlem-i İslâm’ın ıslâhı için duâ etmişti...

İhlâs, Bediüzzaman için ‘en yüksek bir hakikat’ti...

Üstadımız geceler boyu süren ubudiyet vakitlerinde en yakın talebelerini dahi yanına almazdı...

Kastamonu’da hizmetinde bulunan Çaycı Emin Bey anlatıyor:

“Sabahları erkenden evine gidip sobasını yakardım. Yine böyle bir gün gitmiştim. Seccadenin üzerinde ibadet ediyor, seherin soğuğunda, hazin bir sesle duâ ediyor, için için yalvarıyordu. Ben heyecan içerisinde tam bir buçuk saat ayakta bekledim. Bu ulvî hali titreyerek, ürpererek seyrettim. Nihayet ezan sesleri uzaklardan gelmeye başladı. Ama o zamanki malûm Türkçe ezan sesleri... 

Dönüp bana dedi:

‘Emin, sen çok büyük bir hata ettin! Kasem ederim, yemin ederim ki, benim bir vaktim vardır, o vakitte melâike de gelse, kati bir surette kabul etmem. Sen çok yanlış ettin. Bir daha böyle hareket etme, bu kadar erken gelme, ezan okunmayınca gelme!’ dedi.

‘Efendim affet, kusura bakma! Ay ışığı dolayısıyla vakti bilemedim. Erken gelmişim. Bir daha ezandan önce gelmem’ dedim.” (Çaycı Emin Bey, Şahiner, 1/107)

En safî bir ubudiyet ihlâstaydı...

Duâların en safisini, temizini ve arısını, ibadetlerde riyasızlığı onda izleyecekti talebeleri...

Barla’da Şamlı Hafız Tevfik Ağabeye “Yaz kardeşim!” diyecekti...

Ve altın harflerle yazılacaktı yüreklere ihlâsın tarifi:

“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-i hakikat, en makbul bir duâ-yı mânevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en sâfi bir ubudiyet, ihlâstır.” (Lem’alar)

O büyük Üstad ihlâsı yaşamıştı...

Yaşadığını yazmıştı...

O Nur çağlayanından taşan bir kelime dahi bir güneş parçası olmuş, gönülleri aydınlatmıştı...

Her ifade ayrı bir lav parçası olmuş, kalpleri yakmış tutuşturmuştu...

“Bir parça ihlâs bu dâvâyı ispat eder.” demiş, bizzat da ihlâsı ile Nur dâvâsını ispat etmişti...

O Nur’dan istifade etmeye gayret eden bizler de bu dâvâyı ihlâsımızla ispat etmek zorundayız...

Yalvarıyoruz Rabbimize...

Ya Rab...

İhlâsın sırrını kalplerimize işle, benliğimizde yaşat.

Dün ihlâsıyla bu dâvâya sıkıca sarılan Üstadımız ve Ağabeylerimiz gibi bize de bu dâvâyı ispat edecek ihlâstan birer parça nasip et...

İhlâs Sûresinin hakkı için, bizi ihlâs sahibi olan ve ihlâsa eriştirilen kullarından eyle...

İhlas-ı etemme muvaffak eyle...

Amin...

Amin...

Okunma Sayısı: 2180
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • alper özcan

    24.7.2015 15:56:16

    umut kardeşim teşvikli değerlendirmeni okudum Allah(c.c) razı olsun. inşallah daha kısa yazmaya çalışacağım. yazmaya başladığım an zihnime o konu ile ilgili çok fikirler geliyor kendime hakim olamıyorum. yorumunuzda haklısınız.muhabbetlerimle

  • Umut

    18.6.2015 11:27:28

    Hocam çok güzel yazıyorsunuz. Ancak çok uzun yazıyorsunuz. dolayısıyla okuyucu ister istemez sıkılıyor, dikkati dağılıyor. mesela şu muhteşem yazıyı keşke 2 veya 3 parçaya ayırıp öyle yayınlasaydınız. gerçekten tadı farklı olurdu. elinize sağlık. selamlar.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı