20 Ağustos 2014, Çarşamba
Özü ile sözü bir olan kardeşlerimi hatırlıyorum.
Sözünde yiğitçe duran, her hadisede dostluğunu muhafaza için sabreden arkadaşlarımı... Ve daha iyi anlıyorum şimdi Üstadımı... Arkadaşlarından gördüğü vefasızlığın o hassas ruhtaki tesirini... Eski Said’i Yeni Said’e dönüştüren sebeplerden biri de yakın arkadaşından gördüğü sadakatsizlik, vefasızlık değil miydi?
Gözlerine bakıldığında kalbinin anlaşılması ne güzel haslet…
Konuştuğu zaman arka yüzü olmayan insana aşığım…
Kişinin özü ve sözünün bir olması ahlâkların en güzeli…
İslâm cemiyetimiz en çok da ikiyüzlü insanlardan çekmemiş mi? Böylesi insanlar hayatını riyakârlık üzerine bina etmiş, vefa nedir bilmezler…
Hep aynı şeyi gözlemledim vefasız insanların yapısında: Hırs, haset, rekabet duygularının dorukta oluşu.
Bir kısmı bu duygunun farkında; ama nefsine hâkim olamaz; bir kısmının ise karakter yapısında bu mevcut.
Cemiyetimizde bu tip insanlar daima karıştırıcı niteliğinde.
Konuşur, gıybet eder, jest ve mimikleri ile kendi dünyasında tesbit ettiği muhatabını sinsice bitirmeye gayret eder.
Bu duyguları yaşayıp tatbik etmekten çekinmeyenler, aşırı derecede makam sevgisi olan kimseler…
Bu, ‘ben’ duygusunun dışarıya bir tezahürüdür aslında...
Ezilmiş bir kısım insanların, unutup imtihanını, kendine iyilik yapandan intikam alışıdır veya sosyal hayatta, arkadaşları içinde elde edemediği makamı bina etmek gayretinin çırpınışıdır.
Meyl-i tefevvuğu (üstün olma arzusu) terbiye olmamıştır, bu duygusunu çeşitli yollarla tatmin etmeye çalışır.
Hemen anlamak mümkün olmaz bazen…
Sinsidir, uzun yıllar sonra fark edersin o kişiyi!
Cemiyet de uzun yıllar sonra fark eder aslında…
Ahde vefasızlığını tekrar tekrar görünce fark edersin, geç anlarsın; ama çok bağlandığın o dostundan (!) kopamazsın.
Her karşılaşmanda, her görüşmende onun arka yüzünü görürsün…
Anlatamazsın diğer arkadaşlarına…
O fark ediş sende (nefsin terbiye olmuşsa şayet) sonsuza kadar gizli kalacaktır belki de…
Bir gün öyle bir tepki verirsin ki dostuna, bu çıkışını, iç çatışmalarını, patlayışının sebebini fark edemez şahit olanlar, garipserler…
Sen olursun haksız bulunan…
Haklıyım diyemezsin, ifşa edemezsin hakkı…
Etmemelisindir de…
Anlamaları yıllar alır.
Onların illa ki anlaması da gerekmiyordur hakikatte…
Bu, sonuna kadar sana has bir deneniştir…
Bu, senin imtihanındır, bu ders sanadır…
Nefsin alacakları vardır şimdi…
Şimdi ibret vaktidir…
“Ey nefis, sen de ahde vefasızlık yapma, söz verdiğin zaman sözünde dur, yapılan iyiliklere karşı bigâne kalma, iyilik yapmayı seven insanları sev, haset etme, dedikodu ve gıybetinle iyilik yapanı küçültmeye çalışma... Haset ve kıskançlık hastalığına yakalananlardan olma... Sen eğer Allah (cc) rızası için yapıyorsan, O’nun (cc) rızasını düşün. O’nun (cc) rızası, hissî olarak vereceğin bütün tepkilerden üstündür. Unutma ki bu duygular insanlık tarihinde hep yaşanmış. Sabredenler kazanmış, tepki gösterenler kaybetmiş. Efendiler efendisinin (asm) ‘Sabredin, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin...’ nasihatini unutma.
**
Özü ile sözü bir olan kardeşlerimi hatırlıyorum.
Sözünde yiğitçe duran, her hadisede dostluğunu muhafaza için sabreden arkadaşlarımı... Dostlarımı...
Ve daha iyi anlıyorum şimdi Üstadımı...
Arkadaşlarından gördüğü vefasızlığın o hassas ruhtaki tesirini...
Eski Said’i Yeni Said’e dönüştüren sebeplerden biri de yakın arkadaşından gördüğü sadakatsizlik, vefasızlık değil miydi?
Esaret dönüşü, İstanbul hayatının (1918-1922) ilk zamanlarında yeğeni Abdurrahman ile birlikte Çamlıca Tepesindeki Yusuf İzzettin Paşa köşkünde yaşamıştır. Fakat “O sıralarda, en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm” dediği esnada “Birden, esarette, Kosturma’daki camideki intibah-ı ruhî yine başladı.” diyecektir.
**
Sadakatli ağabeyleri düşünüyorum…
Sabır yarışında kazananları düşündükçe kendi kendime kızıyorum.
Neden onlardan ders alamıyoruz biz?
Biz neden hep aceleciyiz?
Brutus’un hıyaneti sadece Sezar’a karşı değildi...
Brutus, tarih boyunca fedakârlığa, iyiliğe karşı yapılan hıyanetin ismiydi...
Vefasızlık tarihî bir hastalık...
Her devirde insanların ve insanlığın bir imtihanı o... Fedakârlık yapan kazanmış, vefasızlık yapan kaybetmiş…
Döneminde vefasızlığı yaşayan Fuzuli de şöyle yakınmış bu derdinden:
“Her kimden vefa istediysem ondan cefa gördüm;
Kimi gördüysem vefasız dünyada, onun vefasızlığını da gördüm.”
“Vefa nedir bilir misin? Vefa, arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır. Vefa; dostluğun asaletine, bir duâ sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır. Vefa; ötelerin sonsuz mükâfatı karşısında cehennemi hafife almaman, ulvî güzellikleri dünyaya satmamandır.” diyecektir bir başka vefalı gönül Hz. Mevlânâ...
Vefa başka nasıl tarif edilir?
Yine Mevlânâ’ya kulak ver:
“Bir adamın birçok hüner, fen, bilgi sahibi olduğuna bakma! Verdiği sözde duruyor mu? Vefası var mı, ona bak!
Dostlarını daima vefa ile hatırla can!
Arayan sen ol, bulan sen...
Kucaklayan yine sen...
Kula vefası olmayanın Hakk’a vefası olmaz...”
***
Bir gün Isparta’da talebeleri Üstadlarının evinde temizlik yaparken eskimiş, kullanılmış lambaları alt kattan çöplüğe atarlar. O geldiğinde onları yerinde bulamaz ve der ki:
“İnsanoğlu ne kadar vefasız, bu kadar zaman bize hizmet etmiş olan eşyaları nasıl çöpe atarsınız!”
Onların atıl halleri ile yüreği arasında bir empati kurar.
Birlikte olduğu eşyalara dahi aynı vefayı gösterir.
Talebesi Zübeyir Gündüzalp’e “Zübeyir, ben ölmeden benim yerime Van’da yaşadığım yerlerde, Horhor’da benim ile alâkadar olan eşyaları, ağaçları, nesneleri yine benim yerime benim gözümle son bir defa gör de gel” der. O da hasta olduğu için yine bir başka talebesi Mehmet Kırkıncı’yı gönderir.
Abdullah Gayretlioğlu Ağabeyin anlattığı hatıra enteresandır:
Bir gün Zübeyir [Gündüzalp], ortasından kırılmış bir kaşık getirdi. Bu kaşığı tamir etmem için Üstad göndermişti. Kaşık alüminyum olduğu için kaynak tutmuyordu. Kolayından gidip, on kuruşa bir çay kaşığı aldım, bunu Üstada götürdüm. Üstad bana, “Kardaşım sen bilmiyor musun? Bu kaşık benim kırk yıllık arkadaşımdır” dedi. Bu defa çaresiz tekrar dükkâna gelip, küçük bir saç keserek kıvırdım ve kaşığın içine geçirip iyice sıkıştırdım. Sağlamlaşınca götürüp Üstada verdim. Çok memnun oldu ve bu tamirat için bana yirmi beş kuruş verdi. (Son Şahitler, 3:140)
**
Üstadımı 25 yıl aradan sonra dönüşünde Barla’ya; üzerinde yıllarca ibadet ettiği çınar ağacına sarılıp ağlatan da vefası değil miydi?
“Güzel bir bahar günü, Barla’ya geldi. Barla’daki talebelerinin mühim bir kısmı Üstadı karşıladılar. Üstad, sekiz senelik ikametgâhı olan medrese-i Nuriyesine yaklaşırken kendini tutamadı; mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Haşmetli çınar ağacı da âdetâ kendisini selâmlıyordu. (…) uzun bir müfârakattan sonra tekrar Üstada kavuşmanın sürûru içinde, Hâlık-ı Rahmâna secde-i şükrana kapanıyordu. Üstad, o mübârek çınar ağacına sarılmış, yanındaki talebelerine ve ahaliye kendisini yalnız bırakmalarını söylemişti. Zâten göz yaşlarını tutamıyordu. Sonra, Nur dershânesi olan odasına girdi ve iki saat kadar kaldı. Hazin ağlayışı dışarıdan işitiliyordu.” (Tarihçe-i Hayat, 1038)
**
Üstad’ın Tatarlara duâsının sebebi
“Eskişehir’de bizim evde birkaç arkadaş oturmuş sohbet ediyorduk. Zübeyir Ağabey, Mustafa Acet, Kuyumcu Yakup Ayzeren, Mustafa Erhan Arbatlı ve Kuruyemişçi Yaşar Zeydan’ı hatırlıyorum. Üstadımız dışarıdan geldi. Yorgun olduğu için üst kata çıkamayacağını söyleyerek benim oturduğum ikinci kata girdi. Odada benim tek kişilik bir karyolam vardı. Oraya bağdaş kurup oturdu. Birden Erhan’a dönüp, ‘Mustafa sen Tatar mısın?’ dedi. Soruya muhatap olan Erhan’ın bir adı da Mustafa idi; ama ona herkes Erhan derdi. O da ‘Evet’ deyince Üstadımız: ‘Ben Tatarları beş vakit duâma dâhil etmişim. Kosturma’da Ruslara esaretteyken, iki ihtiyar Tatar kadın hapis tutulduğum yerin küçük penceresinden yiyecek getirerek benim hayatta kalmama yardım ettiler. O yüzden hem o ihtiyar kadınların, hem de orada bana yardımcı olan diğer Tatarların, bizim hizmetimizde ve Risale-i Nur faaliyetinde payı vardır.’
Sonra Üstad Hazretleri dedi ki: ‘Beni zehirleyen Afyon Mahkemesinin Savcısı Abdullah Büker de Tatardı. Bana yaptığı zulüm sebebiyle içinde bir ukde kalmış olabilir. Ahirete öyle gitmesin. Ona da hakkımı helâl ediyorum…’
Merhametin bu derecesini bizim havsalamız almayabilir...
Üstad sonra bana dönerek: ‘Abdülvahid, ona mektup yazıp hakkımı helâl ettiğimi bildir’ dedi. Ben de o savcıya Üstadın dediklerini bildirmiştim. Daha sonra bu savcı Gaziantep’te Ağır Ceza Reisi oldu. Tevafuka bakın ki bir tarihte Mustafa Sungur’un da içinde bulunduğu 19 kişi Antep’te yakalanmış. Mahkemeye sevk edilmişler. Abdullah Büker: ‘Bunlardan zarar gelmez. Bunlar çay içer, Risale okur’ deyip hepsini tahliye etmiş. Söylediğimde Sungur da bunu tasdik etmişti…” (Ömer Özcan, Abdulvahid Tabakçı Hatıraları)
Üstadımızdan vefa örneklerinin sadece birkaçı bu...
Ahdine vefalıydı Üstadım...
İnsana, çınar ağacına, kaşığa, dağa, taşa, her şeye...
“O üstadı üstad kabul ettim” diyenler, yürüyecekleri yolu görebiliyor mu?
**
“Vefa imandandır, vefası olmayanın imanı olmaz” demiş söz sahibi...
“Kıyamet gününde her vefasızın başına bir bayrak dikilir, ‘Bu vefasızlık etmiştir’ diye âlem halkına ilân edilir” buyurur Âlemin Efendisi (asm)...
“Tanıdık simalar siliniyor zamanla.
Elde bir tek zaman tozları kalıyor
Ama var hâlâ taşlara kazınmış dostluklar,
Aşınması zamandan çalan…”
Evet, taşlara kazınmış dostluklar halen silinmedi...
Bu dostlukları muhafaza etmek boynumuzun borcu değil mi?
Ama halen bir kısım insanlar, bencilce hevesleri ile, kendi elleri ile alçalıyor gözlerde, gönüllerde...
Adeta pusulasız kalmış da, hangi yöne gittiğinin şuursuzluğunu yaşamakta böyleleri...
Maddî menfaatleri uğruna kişiliğini, duruşunu bozmuş, dostunu ve sözünü satmaya başlamış...
Bu resmin tezahürü olarak da Müslümanlar arasında bile güvensizlik doruk noktaya ulaşmış...
Vefa örneği Üstadımızdan öğrenmeli değil miyiz bu hasleti?
“En yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder” nasihatinin neresindeyiz?
Eserlerindeki hakikatlere nefsiyle birlikte dinlemek isteyenleri dâvet eden Üstadımızın kendi muhasebesi olarak okuyup bu satırları, üzerimize alınmayacak mıyız hiç? Pay biçmeyecek miyiz? Ne kadar vefa gösterdik Âlemlerin Efendisine (asm)...
Üstadına vefa gösteren olabildik mi?
Ya arkadaşlarına, dostlarına, en azından üstümüzde emeği olanlara?
Biz Kur’ân ve Sünnet ışığında,
Neresindeyiz vefanın? …
Okunma Sayısı: 8676
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.