Atalar bin düşünüp, bir söylemişler. “Dil, dilberden güzel / Dil kılıçtan keskindir” demişler; buna, birçok manâ yüklemişler.
Dili, sadece, insanların ve hayvanların ağzında bulunan, yemeyi içmeyi, tat almayı sağlayan; insan nev’inde ise konuşmaya yarayan bir organ olarak düşünmek, tam manâsını bulmuyor.
Dil, insanların fikir ve duygularını anlatmak için konuştukları, anlattıkları, anlaştıkları; kendilerini ifade ettikleri ses ve işaretler sistemidir; yani, lisandır. Dolayısıyla dil, Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği bir fıtrî vasıtadır.
Esasen, her canlının yiyip içme dilinin ötesinde bir anlaşma vasıtası olan dil, seslerden teşekkül eden mükemmel bir yapı ve muhteşem bir iletişim sistemidir. İlâhî kudret’in mu’cizesi olarak, kelime meyvelerinin üretildiği bir vasıtadır dil.
Lisan olarak ele alındığında ise dil ırkların, kavimlerin, unsurların olduğu gibi; milletlerin de “millet” olma bütünlüğü içinde birlik vasıtası ve dirliği sağlamada da son derece önemli bir âmil, üstün bir değerdir. Yani dil, konuşmadır, anlaşılmadır, anlatıştır, ifade ediştir, üsluptur, tarzdır; sözdür. Söz ise fikri zikri, düşünceyi açıklamaya yarayan kelime dizisidir.
Dikkatli ve yerinde kullanıldığında dil, “dilberden güzel” olurken; iyi idare edilmediğinde ise, “kılıçtan keskin” olabiliyor. Kullanılış yerine, maksadına, makamına ve üslubuna göre şekilleniyor; mana ifade ediyor.
Yunus’un deyişiyle de dil: “Bazen keser savaşı / Bazen kestirir başı.”
Hatibin hitabetinde kullandığı dil incitmez, yaralamaz, paralamazsa ne güzel; mesaj, varması gereken yeri bulur. El sallar, kol sallar, ara sıra da azarlarsa hatip; kaş yapayım derken göz çıkarması işten bile değil.
Yapılacak olan tembih ve tebliğ, mutlaka kavl-i leyyinle olmalı, yumuşak üslup kullanılmalı.
Etkili olabilmek, olumlu sonuç alabilmek için koca, karısına; hoca, talebesine; komutan, mahiyetindeki askerine; işveren de işçisine hitap ederken doğru dili seçmeli.
Konuşmak, “kâl dili” olduğu gibi; tavır, duruş ve davranış da “hâl dili”dir. Bir dokunuşta, bir temasta ayrı ayrı manâ var. İlim dilinin, bilim dilinin, edebiyat dilinin ifade ediş derinliğinin ise, kendine mahsus özelliği, kendine has güzelliği sergiler.
Akıcı dille yazılmış kitaplar, okumayı sevdirir.
Gelelim madalyonun arka yüzüne:
Ya, dilin açtığı hasarlara, zararlara ne demeli?
“Dil küçük, cürmü büyük” sözü boşa söylenmemiş.
“Bir karış dil”in gösterdiği saygısızlığı, incittiği gönlü “dil ebeliği”yle gidermek, tamir etmek hayli maharet ister.
“Dil uzatmak”, “dil yarası”yla sonuçlanır çoğu zaman.
“Dilin kemiği” olmadığı için, başkaları hakkında ileri geri konuşmak hoş bir davranış değil. İnsanlar “dile düşer” böylece. Yani, “Dil yarası”nı “dil dökerek” gidermek, hiç de kolay olmasa gerek.
Demek ki “dili tutmak”, dizginlerini elden bırakmamak gerekiyor. Çünkü, “Dil ile düğümlenen, diş ile çözülmez.”
Bazen dürüstlük, bazen de açık sözlülük kastıyla dilden çıkan kelâmlar “bir çuval incir”i berbat edebiliyor.
Bediüzzaman, bu konuda önümüze bir mihenk koyuyor ve “Her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil”1 diyor.
Dil, Rabbini zikrederse ömre safâ, cana şifadır elbet. O’nu zikretmeyen dil, belâ olur bedene!
Gönüller Sultanı Efendimiz (asm), “Kişinin hem en uğurlu ve hem de en uğursuz organı iki çene arasındaki dildir” 2 ikazının ardından; “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya hayır söylesin yahut sussun” 3 buyurmaktadır.
Vesselâm.
Dipnotlar:
1 Said Nursî, Hutbe-i Şâmiye, 56. 2 Camiü’s-Sağîr, 2: 770. 3 Müslim, İman, 74.