AKMHP cumhurunun başkanı Erdoğan, Türkiye’yi resmen ziyaret eden Estonya Cumhurbaşkanı Alar Karis ile yaptığı ortak basın toplantısında “Avrupa Birliğine tam üyelik stratejik hedefimizdir. Birliğin de Türkiye’ye benzer bir perspektiften yaklaşmasının müşterek menfaatimize olduğu aşikâr” demiş.
Bunun üzerine CHP Genel Başkanı Özgür Özel ironik bir cevap vermiş: “AB ilişkilerini yeniden hatırlamış olmasını önemsiyoruz ancak çok da ciddiye almıyoruz.” “Önemsiyoruz ama ciddiye almıyoruz” demek, herhalde, “önemsiyoruz ama önemli görmüyoruz” demek.
Ama Özel’in şu sözleri önemli:
“Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına ısrarla direnirseniz, Anayasanızda yazıyor olmasına rağmen uluslararası anlaşmaları uygulamazsanız, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilirseniz, ülkenizin Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymuyorsanız, tüm yargı organlarının üzerinde bir vesayet kuruyorsanız sizin AB diye bir hayaliniz olamaz.”
Erdoğan’ın ve ona bağlı devletin, bilhassa son on senedir, yukarıdaki halde olduğu hususunda galiba kimsenin bir tereddüdü yok.
AKP’lilerin bile…
AB’nin kurumsal yapısının ve karar mekanizmalarını oluşturan heyetlerin Türkiye’yi üye olarak görmeyi gerçekten isteyip istemediği ayrı konu. (Ki bizce istiyor ve şartları tamamlanmış bir üyelik AB’nin de işine gelir.).
AB’nin ağabeylerinin ve ablalarının ne istediği de ayrı konu. Zaten bu durum da değişebilir. Zira aralarında, kategorik olarak “ezelî Müslüman düşmanı” olacak kadar dindar Hıristiyan pek yok. Olanlar da azınlıkta.
Ancak yukarıdaki hallerinde ısrar eden bir Türkiye’nin yöneticilerinin AB’ye girme isteğinin samimiyetsiz olduğunda da bu samimiyetsizliğin bütün muhataplarınca bilinir olduğunda da şüphe yok.
Bu sebeple biz bahane üretmek yerine kendimize bakalım.
Hem biz AB üyeliğinin gerektirdiği şartları tam olarak ve hatta fazlasıyla yerine getirsek, bizi üye olarak almasalar da bir şey kaybetmeyiz. Aksine çok şey kazanırız:
“Kendisinden kaçılan” ülke olmaktan çıkıp, imrenilen ve “kendisine kaçılmaya çalışılan” bir ülke haline geliriz. Ki bu asıl hedef olmalıdır. Ve bu hedefe ulaşmak, ülkemizi dünya cenneti yapmayı başarmak demektir.
Bu samimiyet meselesini örnekle anlatalım:
Bir hukuk fakültesinin mezuniyet merasiminde öğrencilere ve misafirlere hitap eden dekanı düşününüz.
Konuşmasında; “Batıya öykünmeyin, Batıya göçmeye çalışmayın, Batıya hizmet etmeyin, ülkenize hizmet edin” şeklinde çok haklı ve güzel nasihatte bulunuyor.
Ama aynı dekan hususi sohbetinde Avrupa Kupası kapsamında Türkiye-Çekya maçını izlemek için gittiği Hamburg’dan bahsederken neredeyse “iyi ki bizimkiler oraları fethetmemiş, etseydi şehircilik kalmazdı, o güzelim şehirleri bizimkilere benzetirdi” diyor.
Bundan ne anlarsınız?
Demek o dekan da Batıyı külliyyen ve kategorik biçimde düşman olarak görmüyor.
Alınması gereken şeylerinin olduğunu herkes gibi o da kabul ediyor.
Bizce hukuk devletinin prensiplerini yerleştirmiş ve tabiri caizse “adam olmuş” bir Müslüman Türkiye’nin Batıya verecekleri, Batıdan alacaklarından çok daha kıymetli.
O halde üniversitelerden yeni mezun olan gençlere bizim tavsiyemiz şu:
Alınız Batının demokrasisini, ilmini, hukuk devleti ilkelerini ve uygulamalarını. Ve biliniz ki bunlar Kur’an’ın yani Müslümanların malıdır.
Ve ardından veriniz Batıya Kur’an’ın hakiki ve Nurani tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet dersini ve anlayışını. Ve biliniz ki verimkâr olmak verici ve verimli olmakla olur.
Ve ey gençler, AB hedefine yeniden ve samimiyetle dönmeyi vaat eden siyasete destek veriniz.