Bediüzzaman, Divan-ı Harb-i Örf’i’de “Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri’nin, sabık içtimaî kusuratına” 1 işaret ederek ona nasihatte bulunduğunu ifade eder. Ayrıca “Onun padişahlar içinde bir nevi velî hükmüne geçtiğini kanaat etmiştir.” 2 Böylece Bediüzzaman Sultan Abdülhamid’i hem şahsî fazîlet, hem de içtimâî kusur cihetiyle değerlendirmeye tabi tutmuştur.
Bediüzzaman, idareci makamında olanların şahsını değil, fiilini ve tatbik etmiş olduğu siyâsî uygulamalarını nazara almıştır. Bu Bediüzzaman’ın Kur’ânî bir tavrıdır. Bu konuda o, çok hassastır ve adalet-i İlâhiyeden asla taviz vermemiştir. Bütün hayatında bunu görmek mümkündür. Bediüzzaman’ın ahirzaman müceddidi olarak çok dairelerde vazifeleri (siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âleminde…) olduğu gibi; aynı zamanda çok mümeyyiz özellikleri de vardır. Bu özellikler, “en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam” 3 olarak Mektubat’ta tarif edilmiştir. Bunlardan başka Bediüzzaman, ‘hem iyi bir eğitimci, hem iyi bir pedagog, hem iyi bir sosyolog, hem iyi bir psikolog gibi…vb’ hükmünde özelliklere de sahiptir. Risale-i Nur Külliyatı’nı insaf ve dikkatle okuyanlar bunlara şahit olabilir.
Her insanın müteaddit şahsiyeti olabilir
Bediüzzaman çok yönlü ve çok vazifeli bir müceddid olduğu için, insanların özel hayatlarındaki şahsiyetleri ile, bulunduğu makamdaki şahsiyetlerini bir tutmamış, bu farkı ince çizgilerle ayırmıştır. O, her konuda olduğu gibi, bu konuda da ezber bozmuş ve şu önemli hakîkatleri ifade etmiştir: “Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Meselâ, büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki, vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor. Meselâ, her ziyaretçi için tevazu göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat, kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevazu etse iyidir; az bir vakar gösterse, tekebbür olur. Ve hakeza… Demek, bir insanın vazifesi itibarıyla bir şahsiyeti bulunur ki, hakikî şahsiyeti ile çok noktalarda muhalif düşer. Eğer o vazife sahibi, o vazifeye hakikî lâyıksa ve tam müstaid ise, o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer müstait değilse, meselâ bir nefer bir müşir makamında oturtulsa, o iki şahsiyeti birbirinden uzak düşer; o neferin şahsî, adî, küçük hasletleri, makamın iktiza ettiği âlî, yüksek ahlâk ile kabil-i telif olamıyor.” 4
Bediüzzaman, Abdülhamid’i iki cihetle değerlendirmiştir
Burada da görüldüğü üzere Bediüzzaman, açıkça Sultan Abdülhamid’in “vazifesi itibarıyla bir şahsiyetini” nazara alarak şerîat namına hatalı gördüğü içtimâî ve siyâsî kusuruna, zayıf ve hafif istibdad olarak telâkki ettiği uygulamalarına itiraz etmiş; ancak ‘hakikî şahsiyeti’ olan ve siyâsî şahsiyetinden çok uzak düşen ‘şahsî fazîletini’ her daim ifade ederek onun “şahsen veli makamında” oluşunu teyid etmiştir. Bu konuda “O şefkatli sultana”, “Sultan-ı mahlûa” 5 ve “Sultan-ı mazluma” 6 Bediüzzaman “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî” şeklinde hitap ederken, “Onun padişahlar içinde bir nevi velî hükmüne geçtiğine kanaat etmiştir.” 7 Bu çok ince ve önemli meseleyi tam idrak edemeyenler, Bediüzzaman’ı ne yazık ki tam anlayamamış ve ona haksızlık yapmaya devam etmiştir.
Zayıf istibdat bütün bütün Abdülhamid’e verilemez
Konunun bir diğer boyutu da şöyle olmalıdır. Her zaman ve zeminde bazı idarecileri kuşatan ve rahat hareket etmelerini engelleyen, icrâatlarını etkileyen ve sekteye uğratan insanlar olmuştur. Onun için olaylara tek taraflı ve tek boyutlu bakmamak gerekir. Sultan Abdülhamid, şerîat adına istibdâd uygulamaya mecbûr bırakılmış ise; elbette ki çevresinde onu kuşatan komitelerin, paşaların ve kişilerin de etkisi azımsanmayacak kadar fazladır. Bediüzzaman Hazretleri’ni padişah ile görüştürmeyen ve tımarhaneye gönderilmesinde ektili olan da bu müstebid mizaçlı kişilerdir. Gerçi Bediüzzaman “Sultan Abdulhamid’in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim.” 8 ifadesini Şuâlar eserinde bizzat kendisi kullanmıştır. Demek tımarhaneye kadar sürüklenmesinde, Sultan Abdulhamid’in emri ve kat’i haberi de vardır. Ancak ne olursa olsun meselelere yaklaşırken ve değerlendirirken tek bir noktadan değil, bütüncül olarak bakmak ve hakkaniyet içinde kalmak için, Bediüzzaman’ın eserlerinde temas etmiş olduğu bütün noktalara ulaşmak, küllî bir nazar ile mütalâa etmek elzem görünüyor. Yoksa haksızlık yapılmış olur ve bir kısır döngü içinde Bediüzzaman ve Abdülhamid meselesi gelecek nesillere hakkaniyet içinde aktarılmamış olur.
Dipnotlar:
1- Eski Said Dönemi Eserleri (Divanı Harbi Örfi), 2013, s. 134. 2- Eski Saîd Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s: 308. 3- Mektubat, 2013, s. 745. 4- Mektubat, 2013, s. 135, 136. 5- Eski Said Dönemi Eserleri (Divanı Harbi Örfi), 2013, s. 133. 6- Eski Said Dönemi Eserleri (Divanı Harbi Örfi), 2013, s. 140. 7- Eski Saîd Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s: 308. 8- Şuâlar, 2013, s. 782.