İzmitli gazeteci ve o zamanın İzmit’teki İttihad ve Terakkî Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden olan Rıfat Yüce, ‘Kocaeli Tarih ve Rehberi’ isimli kitabında Bediüzzaman’ın İzmit’e geldiği zaman kendisiyle yaptığı görüşmeyi anlatıyor. Rıfat Yüce’nin Padişah ile görüşüp görüşmediği sorusuna Bediüzzaman’ın ‘Önceden Abdülhamid ile görüşmüştüm. Fakat dün de saraya gittim. Millet arasında fitne fesat ika eden emrin şer’an halli vacip olduğunu söyledim. Bunun üzerine bugün de buraya geldim.” 1 ifadesi yer alıyor. Bizler daha önce bu ifadeye yazı serisi içinde yer vermiş ve bu bilginin belge ve sağlıklı kaynağa ihtiyaç duyduğunu ifade etmiştik. Yaptığımız araştırmalar neticesinde özellikle Zübeyir Gündüzalp Ağabeyden mervi bir bilgiye daha ulaştık. Ayrıca Son Şahitler Beşinci Ciltte de Said Şamil’den naklen aynı bilgiye ulaştık. Öncelikle Said Şamil’den nakledilen bilgilere yer verelim.
Son Şahitler, Beşinci Ciltte Said Şamil’den naklen:
Said Şamil anlatıyor: “Bediüzzaman Hazretleri’nin istekleri şeklen basitti. Ona göre, medrese ehli mekteplileri dış görünüşüne ait meselelerden dolayı iman zaafıyla suçluyor, mektepliler ise onları fünün-u cedideden bihaber olduklarından câhil sayıyordu. Fikirlerdeki ve metotlardaki bu ayrılık İslâm topluluğunda ahlâkiyatı sarsmış ve medeni terakkiden onları geri bırakmıştı. Bunun ıslâhı için yegâne çare, medeni mekteplere dinî bilgiler koymak, medreselerde de eski Yunan felsefesi yerine müsbet ilimler okutmaktı. Ayrıca dervişan sınıfını tenvir etmek için tekkelerde mütebahhir ulema bulundurmak lâzımdı. Bu sûretle topluluğun gencine ve ihtiyarına füyâzât zerk eden üç ana müessese ahenk içinde çalışacak ve cemiyeti terbiye bakımından yüksek mertebelere ulaştırma fırsatı bulacaktı.
Üstad’ın basit gibi görünen bu tavsiyeleri, İslâm topluluğu hesabına yapılması gerekli içtimaî bir inkılâptı. İnkılâptan ise Sultan Abdülhamid Han tam mânâsıyla nefret ederdi. Bundan dolayı huzurlarına Bediüzzaman Hazretleri’ni kabul ederken, ne olur ne olmaz diye Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi’yi de orada bulundurmaları câlib-i dikkatti... Mülâkatın tafsilâtını bilmiyorum. Fakat “Makâm-ı Hilâfet münhasıran Cuma namazı resm-i âlisi değildir. Halifenin kudret-i mâneviyesi olduğu gibi kudret-i maddiyesi de olmalıdır. Aktar-ı cihândaki ümmet-i Muhammediye’nin (asm) cümle-i muâmelatını kâfil ve zâmin bulunması şarttır” mukaddemesiyle başlaması ve sona doğru merhum Abdürreşit Efendi’nin isteklerine karşı gösterilen alâkasızlığa serzenişli bir şekilde temas etmesi, mülâkatın uzun sürdüğüne ve vilâyet-i Şarkiye’deki nevâkısla beraber aktâr-ı İslâmiyedeki müşkülâtı ve bu arada bilhassa Rusluğun hudutsuz ceberûtu altında ezilen milyonlarca Türk’ün hâl-i pürmelâli üzerinde temerküz ettiğini göstermektedir. Merhum Abdürreşid Efendi, İdil-Urallı bir âlimdi. Hayatı boyunca o ülke halkının dileklerini dile getirmeyi kendine vicdanî bir vazife sayıyordu. Onun için Üstad haklı olarak “Onun ricâsını neticesiz bırakmak büyük bir günahtır. Şeyhülislâmlık kudretsiz ise, Allah’a hamd olsun bu memlekette bu uğurda canını feda edecek din hadimleri mevcuttur. Ne için bu ricâyı Osmanlı ülkesine ilân ve tebliğ etmediniz?” demesine rağmen Cemâleddin Efendi, tenkid şöyle dursun tebcil sadedinde “Ben bugüne kadar hükümdar huzurunda kanaatlerini bu kadar cesûrâne izah eden kimseye rastlamadım”
Demesi, mülâkattaki mevzuların ehemmiyet ve azametine en munsıf delildir. Buna rağmen bu tarihi mülâkat neticesiz kaldı. Neticesiz kaldı, diyorum; çünkü Üstad’ın adlî dairelerde sorguya çekilmesine netice diyemeyiz!” 2
Abdülhamid Hanla görüşür
İstanbul’da bir müddet sonra Bediüzzaman Abdülhamid Han’la görüşür. Mezkûr tasavvur ve teşebbüsünü Vilâyet-i Şarkiye’nin bunlardan mahrum bulunduğunu anlatır. Şarkın muhtelif vilayet ve şehirlerinde tesis edeceği ilim ve irfan müesseselerinin yerlerini harita üzerinde birer birer arz eder. Abdülhamid Han, Üstad’ın bu büyük teşebbüsünü hüsn-ü kabul ile karşılar. Bunların küşadı hususunda ilk imkân ve fırsatta emir ve ferman yazacağını vadeden bir tavır gösterir. Haşiye 3
Zübeyir Gündüzalp’in “Burdur safahatı ile ilgili Yargıtay’ın aleyhte verdiği karara karşı, müdafaa makamında Üstad’ın hayatını özetleyerek kaleme aldığı bir başka çalışmasında Abdülhamid’le görüştüğüne dair burada anlatılanları orada da detay vererek teyit ve takviye eden beyanları vardır.”
Konuyla ilgili kısmı şunlardır:
Padişahı ikaz:
Karış karış gezdiği Anadolu’da halkın fakr-u zaruret içinde kıvranışı, dinde mutaassıb ve muhakemeyi akliyede noksan olan ve fennî bilgilere tamamen yabancı bulunan din adamlarının hal-i perişanını müşahede eden fennî ve dînî ilimleri bir arada okutan dar-ül fünûn (Üniversite açmak) ve Anadolu’yu maarif, fen ve san’at yoluyla kalkındırmak isteyen Bediüzzaman bu dilek ve temennilerini bizzat padişaha bildirmek istemiş, devrin Şeyh-ül İslâmı’nın da bulunduğu kabulde düşüncelerini, dilek ve temennilerini olduğu gibi padişaha beyan ederken Japon İmparatoru Mikado Hiro Hito’nun İslâm dini üzerinde Japon halkını aydınlatacak ilim adamları göndermesi için Abdülhamid’e yaptığı müracaatın Sultan Hamid’in Ruslar’dan endişe ederek icabını yerine getirmemesi ve İstanbul’a gelmiş olan Japon İmparatorluğu yaver-i hassının Japonya’da İslâmiyet’in esas din haline gelmesinin mümkün olabileceğini belirtmesine rağmen elinin boş çevrilmesi ve bütün Japonya ve Çin’i gezerek oradaki Müslümanların halini müşahede eden bir ilim ve irfan seferberliğinin zaruretine inanan ve padişahtan yardımcı din âlimleri göndermesi talebinde bulunan büyük âlim Abdürreşid İbrahim’in müracaatının da umuma intikal ettirilmeyişini şiddetle tenkid eden Bediüzzaman, Sultan Hamid’e şu hitabda da bulunmuştur: “Makam-ı Hilâfet münhasıran Cuma namazı resm-i âlisi değildir. Halifelerin kudret-i mânevîyesi olduğu gibi, kudret-i maddiyesi de olacak, aktar-ı cihandaki ümmet-i Muhammedin (asm) cümle muamelatına kâfil ve zamin olacaktır. Abdurreşid İbrahim Efendi bir mücahid-i din-i mübindir. Onun istirhamını neticesiz bırakmak günah-ı azimdir. Makam-ı Meşihat kudretsiz ise İlehül hamd bu memlekette bu uğurda feday-ı can edecek erbab-ı din mevcuttur. Niçin bu istirhamı memalik-i mahrusanıza ilân ve tebliğ buyurmadınız.” Zübeyir Gündüzalp 4
Şahsı üzerinde hükümet edenlerini bizzat padişaha şikâyet eden Bediüzzaman’ın bu konuşması esnasında hazır bulunan devrin Şeyh-ül İslâmı Cemaleddin Efendi oğlu Muhtar Beye: “Ben bu güne kadar hünkâr huzurunda kanaatlerini bu kadar cesurane izah eden kimseye rastlamadım.” demiştir. 5
Netice-i kelâm: Yukarıda üç kitapta yer alan Bediüzzaman Hazretleri ile Abdülhamid Han’ın görüştüğüne dair bilgi hatırât kabilinden bilgi olarak kitaplarda yer almış. Elbette bu konuda arşiv belgelerine halen ulaşılmış değildir. Âcil olarak arşiv belgelerine ihtiyaç vardır. Bu hatıraları doğru olarak kabul ettiğimiz takdirde muhakkak bu görüşmenin belgeleri de mevcuttur. Bediüzzaman ile Abdülhamid’in yüz yüze görüşmesi kesinlikle olmamıştır demek yerine, hatıralarda ifade edildiği üzere hareket ederek belge ve kaynaklara ulaşmak Bediüzzaman araştırmacılarının öncelikli vazifeleri arasında olmalıdır. Hem “Bu hatıralar ve Bediüzzaman’a isnad edilen ifadeler-faraza zayıf rivayetler olsa bile- Bediüzzaman’ın konuyla ilgili kendi telifâtında verdiği icmalî bilgilerle tearuz halinde olmadığından, bilâkis onlarla uyumlu ve onları açıklayıcı nitelikte bulunduğundan kuvvet kazanıyor. Hem malûmdur ki, ispat edici şahitler, inkâr edicilere racihtir. Kaldı ki Bediüzzaman’ın Abdülhamid ile “vicahen asla görüşmediğine” dair, inkârî mahiyette kesin bir bilgi de mevcut değildir. Hem de bir bilgiye rastlandığında mümkün mertebe onu yok saymayıp “Amel etmek (kullanmak), ihmal etmekten evlâdır.” Bu, temel bir usûl kaidesidir.
Öte yandan Bediüzzaman’ın Abdülhamid ile niçin karşı karşıya geldiğinin birçok sebeplerinden birini ve çok açık ve net bir örneğini göstermesi açısından da bu hatıralar fevkâlâde önemlidir.” 6
Dipnotlar:
1- Rıfat Yüce, Kocaeli Tarih ve Rehberi, Eylül 2007, s. 237.
2- Necmettin Şahiner, Son Şahitler, 5. cilt, Mart 2013 basım, s. 236,...239.
3- Haşiye: Şunu hemen ifade edelim ki, Üstad’ın Abdülhamid’le bizzat görüştüğüne dair başka bir bilgi olmadığından dolayı Zübeyir Ağabeyin bu beyanları acaba yazılı metinlere sehven mi girdiğine dair bir şüphe ile bu bilgilerin sıhhatini uzun zaman hususî hizmetinde bulunan Eyüp Ekmekci Ağabeyden de tahkik ettik. Bize aynen şunları söyledi: “Zübeyir Ağabey bu bilgileri bana dikte ettirerek yazdırdı. Bunları bizzat ben yazdım. Sehven yazılmış ve yazılı metinlere sehven girmiş bir bilgi değildir. Zübeyir Ağabey Üstad’dan bu bilgileri işitmese sıhhatine güvenmese anlatmaz ve yazdırmazdı. O Üstada ait doğru olmayan bir bilgiyi kullanmaz. Onunla Üstad’ı anlatmaz. Onun buna ihtiyacı yoktur. Tarihçiler bu bilgiler ışığında varsa arşivlerden yazılı belgelerini bulsunlar. Şu da bir gerçektir ki tarihte yaşanmış her olayın yazılı bir belgesi de yoktur. Tahiri Ağabey: “Üstad Tarihçe-i Hayatı yazılırken bütün sergüzeşti hayatını Zübeyir’e anlattı.” dedi. Dolayısıyla bu bilgiler tarihin karanlıklarında kalmış, Zübeyir Ağabey’in anlatmasıyla meydana çıkmış bir bilgidir. Bizim için onun anlatmış olması önemlidir, bera-yı malûmat makamında yazılmasında bir mahzur yoktur.” dedi. (Zübeyir Gündüzalp, Üstadım Bediüzzaman, Said Nursî’nin Hayatı, Basım Tarihi: Kasım 2010, 1. Baskı, Hazırlayan Ömer Çiçek (Yirmiyedi), s. 89).
4- Zübeyir Gündüzalp, Üstadım Bediüzzaman, Said Nursî’nin Hayatı, Meslek ve Meşrebi, Risale-i Nur ve Nur Talebeleri, Basım Tarihi: Kasım 2010, 1. Baskı, Hazırlayan Ömer Çiçek, s. 89, 90, 91.
5- Zübeyir Gündüzalp, Üstadım Bediüzzaman, Said Nursî’nin Hayatı, Meslek ve Meşrebi, Risale-i Nur ve Nur Talebeleri, 2. Cilt, 1. Baskı, Hazırlayan Ömer Çiçek, s. 267, 268.
6- Abdurrahman Aydın, Yeni Asya Gazetesi İlahiyatçı-Yazar.