|
|
Faruk ÇAKIR |
Çirkinlikler ön sayfada |
|
Türkiye ve dünya gerçeklerinden kopuk ‘medya’nın yaptığı yanlışlardan biri de, müstehcenliği alabildiğine teşvik etmesidir. Pek çok ‘büyük gazete’ rahatlıkla alınıp; ailece okunabilecek seviyeden çok uzaktır.
Tabiî ki müstehcenliği teşvik eden ve bundan güya kâr elde eden sadece gazeteler değildir. Faydalı olma imkânı varken, yayınlarıyla insanları ‘çile’den çıkaran televizyon kanallarının yanlıştaki israrlarını da biliyoruz. O kadar ki, ailece izlenebilecek ne bir televizyon, ne de okunacak bir ‘büyük gazete’ kalmış durumda. (Bu genellemeye uymayan gazete ve televizyonlar da elbette vardır. Bizim şikâyetimiz medyaya rengini veren ‘bir kısım’ gazete ve televizyonlardır elbette.)
Geçmiş yıllarda “büyük gazete”ler; ‘arka sayfa güzeli’, ‘üçüncü sayfa güzeli’ gibi ünvanlar takarak müstehcenlik yaparlardı. Hatta bir büyük gazetenin genel yayın müdürü, ‘arka sayfa güzeli’ni bizzat kendisinin seçtiğini ilân etmişti, marifetmiş gibi... Son aylarda/günlerde ise, ‘arka sayfa’lardan yapılan müstehcen yayın ‘ifsat şebekeleri’ni tatmin etmemiş olacak ki, müstehcenlik çirkinliğini ‘ön sayfalar’a taşımış bulunuyorlar.
Belli başlı ‘büyük gazete’ler hemen her gün birinci sayfalarının başına, düne kadar ‘poşet’lenerek satılan dergilerin kullandığı fotoğraflar yerleştiriyorlar. Bir yandan bunu yaparken, öte yandan da ‘Eyvah! Gençlik uyuşturucunun tehdidi altında’ şeklinde ‘timsah gözyaşları’ akıtmaktan da geri kalmıyorlar. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?
Aslında yaptıklarından kendileri de memnun değil, ama nedense bu yanlıştan geri adım atamıyorlar.
Bakınız, bu gazetelerden birinde aynı gazetenin ‘başyazar’ının eşi olan bir bayan gazeteci ne yazmış: “İkinci sayfa skandalı! Evet hiç şüphesiz “skandal” denebilir buna... Bir zamanlar Türk filmlerinde “(...) furyası” vardı, şimdi gazetelerde “çıplaklık furyası” var.
“Gazetelerin 2. sayfasını aç, miden ağzına gelsin... Yemin ediyorum, sanatçıların veya onun bunun sevgilisinin fotoğraflarının, erkek dergilerinde çıkan (...) amaçlı çekilmiş fotoğraflardan hiç farkı yok.
“Sözüm ona “habersizce gazeteciler tarafından çekilenler”den tutun da (...) her türlü rezaleti bu sayfalarda görmek mümkün... Arayın dünya sinemasının, müziğinin, modasının ünlü isimlerinin fotoğraflarını, böylesini bulamazsınız. Türkiye ne zamana kadar birilerinin reklâmı adına bu skandal gidişe susacak ve basın ne zamana kadar bu fotoğraflarla tiraj bekleyecek? Ne zamana kadar her konuda “kadın kimliği”nin yerlerde süründürülmesine susmak zorundayız?” (Ruhat Mengi, 13 Temmuz 2006) (http://www2.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&wid=4)
Tabiî ki çirkinlikler sadece 2. sayfalarda değil, bütün sayfalara yayılmış. Bu durumdan şikâyet eden hanım yazar çok haklı. Ancak, aynı yanlışların kendi gazetesinde ve dahil olduğu yayın grubu tarafından yapılıyor olmasına ne demeli?
Aslında bu beyan, müstehcenlik çirkinliğine karşı ‘fıtrat’ın bir karşı çıkışı olarak değerlendirilmeli ve desteklenmelidir. Evet, medya müstehcenliğe prim vermemeli ve ‘kadın haysiyeti’ ayaklar altına alınmamalı.
Bakalım, ‘kadın hakları savunucu’ları Mengi’ye bu noktada destek verecekler mi?
08.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif sorular |
|
Adapazarı’ndan Fahri Utkan: “Abdest alırken sağ ayak yıkandığı zaman kurulanıp çorap giyilse, ardından sol ayak yıkansa olur mu?”
Abdest alırken çabuk davranmak, uzuvlar arasında oyalanmamak, bir uzuv kurumadan diğerine geçmek, uzuvları ara vermeksizin peş peşe yıkamak Hanefilerde ve Şafiilerde sünnet, Malikilerde ve Hanbelîlerde farzdır. Uzuvlar yıkandıkça kurulanmaya gidilirse, Malikilerde ve Hanbelîlerde abdestin sıhhati zarar görür, yani abdest, abdest olmaktan çıkar. Hanefilerde ve Şafiilerde ise kâmil bir abdest olmaz.
Asr-ı Saadette abdest alınırken uzuvlar arasında hiç ara verilmemiş ve abdest azaları abdesti emreden âyetin emrine göre, aynı tertip üzere yıkanmıştır. Âyet şöyledir: “Ey iman edenler, namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı mesh edin ve topuklara kadar ayaklarınızı da yıkayın.”1
***
Malatya’dan Emine Özbey: “Camide kadın cemaate uyduğu zaman, imama haber vermeli mi? Yani imamın kadın cemaat için de niyet etmesini sağlamak için.”
İmamlar kadın cemaatin de olabileceğini varsayarak niyetlerini umumî yaparlar, yapmalıdırlar. İmamların niyetlerinde “Niyet ettim Allah rızası için bana uyanlara imam olmağa” demesi yeterlidir. Böyle bir niyet, cemaati içinde kadın varsa onu dışarıda bırakmaz, onun için de geçerli olur. Netice olarak, haber vermeye gerek kalmadan kadınların camide cemaate dâhil olmalarında namaz için bir eksiklik söz konusu olmaz.
***
Salih Sütçüoğlu: “Bir arkadaşın sorusu: ‘Miras maaşını almak için mahkemece boşanmış bir çift, evliliğini dinen devam ettirebilir mi? Eğer ettirirse, aldığı maaş kendilerine helâl olur mu?”
Mahkemenin boşamasıyla bir çift üç talaktan birini vermiş olur. Bununla beraber birbirlerine gerek iddet süreleri içinde dönebilirler, gerekse iddetleri bitince nikâh yaparak dönebilirler ve evliliklerini sürdürebilirler. Burada sorun yok.
Sorun mahkemeyi aldatarak yalan ve hile ile maaş almaya devam etmelerinde vardır. Bu maaş helâl olmaz. Çünkü mahkemece maaş için boşanan ve sonra tekrar imam nikâhıyla evlenen kadın, devletin dul için verdiği maaşı hak etmez. Çünkü dul değildir. Çünkü evlidir.
***
İsmail Eren: “Bir arkadaşın sorusu: ‘Erkek mi kadın mı belli olmayanın cenazesi nasıl kalkacak? Namazı er kişi niyetine mi, hatun kişi niyetine mi kılınır? Cenazenin tekfin ve defin işlerini kadın mı, erkek mi yapar?”
Cinsiyeti bilinmeyen bir cenazenin, kadın mı, erkek mi olduğu varsa bedenindeki belirtilerinden anlaşılmaya çalışılır. Bedeninde belirti yoksa, sağken kendini nasıl bildiğini ve nasıl yaşadığını öğrenme imkânı varsa bu öğrenilir ve buna göre hareket edilir. Bu da öğrenilememişse, cemaatin veya onu tanıyanların galip zanna dayalı bilgilerine göre hareket edilir. İç yüzü Cenâb-ı Allah’a bırakılır.
***
İzmir’den İlker Görgün: “Âyetlerde geçen, ‘kendi eliyle kazanmak’ ne demektir? Kişi kendi eliyle kazandığını dünyada mı, ahirette mi bulur? Dünyada birisinin az, diğerinin çok kazanması bu kapsama girer mi?”
Kur’ân, “İman edenleri ve onlara iman ile tâbi olan nesillerini ve zürriyetlerini Cennette birbirine kavuşturacağız. Onların amellerinden de hiçbir şeyi eksiltmeyeceğiz. Herkes kendi kazandığıyla karşılık görür”2 buyurur. Bu âyette geçen kişinin kendi eliyle kazandığını bulması, kişinin yapıp ettiklerine karşılık dünyada veya ahirette, Allah’ın adaleti gereği bulduğu bedellerdir, karşılıklardır.
Dünyada Cenâb-ı Allah dilediğine az, dilediğine çok veriyor şüphesiz. Bu birebir karşılık olabilir tabiî ki, ama bunları da Allah’ın fazlından ve imtihan gereği verdiği şeyleri bilmek lâzım ve Allah’ın verdiği tüm nimetler için şükrü elden bırakmamak lâzım. ‘Ben kazandım’ demek, kişiyi şükürden uzaklaştıran bir tehlikedir. Âhirete ulaşmadan her şeyi imtihan gereği bilmek daha doğru olur.
Dipnotlar:
1- Maide Sûresi: 6; 2- Tûr Sûresi: 52/21
08.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sevdiğimiz dünya |
|
Dünyayı kötüleyen hadis-i şerif ve bu konuda İslâm âlimlerinin yaptıkları yorumlara baktığımızda ruhbaniyetvârî bir tarzda dünyadan el-etek çekme gerektiği gibi bir anlayışa kapılırız. Gerçi bunları okuyanların da çoğu bunlara uymaz.
Risâle-i Nurlarda yer alan dünyanın üç yüzüyle ilgili izahlara baktığımızda bu açıklamaları yerli yerine oturtur, dünyaya hangi yönüyle bağlanmamız, onu hangi yönüyle terk etmemiz gerektiğini anlarız.
Bütün bunlar dünyanın, insan nefis ve arzusuna yönelik fâni, geçici, sefahet yönüdür. Bu yönüyle dünyayı sevmek ve bağlanmak felâkettir. İnsanın hem maddî, hem de manevî hayatını mahveder.
Dünyanın ahiretin tarlası, fidanlığı ve Esmâ-i Hüsnânın tecelligâhı olması yönü ise sevilebildiği kadar sevilmeli, çalışılabildiği kadar çalışmalı.
İşte sahabe dünyaya bu yönüyle bakıyor, ölmeyecekmişcesine dünyaya sarılırken yarın ölecekmişcesine de ahirete çalışıyordu. Hz. Ömer’in (ra) şu bakış açısı buna çok güzel örneklerden biridir:
Birgün Hz. Ömer’in (ra) huzuruna bir istekle bulunmak üzere taşradan Cüveybir isimli biri gelmişti. Hatip birisiydi. Dünyadan söz açmış, kötülemiş küçümsemiş, çok değersiz bir nesne olarak tanıtmıştı. Hz. Ömer (ra) onun bütün bu söylediklerinin onun yaptıkları ve yaşadıkları olduğuna dikkat çektikten sonra şunları söylemişti: “Dünya bir azık hazırlama diyarıdır. Ölünceye kadar hazırlarız bu azıkları. Mükâfatlandırılacağın veya ceza göreceğin amelleri burada yaparsın.” (Müntehap, s:132.)
Dünya bir hizmet alanıdır. Ücreti ise ahirette alırız. Hayır namına ne ekersek orada onu biçeceğiz. Herbiri, Esmâ-i Hüsnanın birer güzel aynası olan yaratıklara tefekkürle bakıp, o güzel isimlerin tecellîlerinden Rabbimizin büyüklüğünü anlayabildiğimiz ölçüde de ondan istifade ederiz. İnsanı hayretten hayrete sevk eden bütün bu güzellikleri temâşâ, mütalâa; Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahuekber’le mukabele bize hesapsız sevaplar kazandırır. Herbir çiçek, meyve bize o büyük zattan nice mesajlar sunar, bir kitap gibi okuruz.
Dünyayı ahiretin bir tarlası olarak gördüğümüzde bu tarlaya ektiğimiz iyiliklerin orada sevindirici meyvelerini, ürünlerini toplarız. Bunlar ahiretin tehlikelerine karşı birer set, perde ve kalkan olur. Dünyamızı olduğu gibi ahiretimizi de cennete çevirir.
İşte sevdiğimiz dünya budur bizim.
08.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Kalp temizliği ve gerçek iman |
|
“Benim kalbim temiz!”
“Dini bütün bir insanım!”
“Benim inancım tamdır!”
Sıkça işitirsiniz bu cümleleri. Acaba, “Kalbim temiz!” demekle kalp temiz olur mu? Ne tuhaftır ki, kafası binbir şüphe ve vesvese; midesi rüşvetle dolu olan da “Kalbim temiz!” diyor.
Aslında kendi kendilerini aldatıyorlar ama, farkında olmak istemiyorlar! Şöyle demek istiyorlar: “Ben tıbba inanıyorum ve çok seviyorum, temiz duygular taşıyorum. Öyle ise doktor olabilirim!”
Hangi meslek, yalnız “Kalbim temiz, buna yürekten inanıyorum!” demekle kazanılır? Hiç şüphesiz, kâinatın ve metafizik boyutların derinliklerindeki sırları açıklayan İslâmın öngördüğü, tavsiye ettiği imân basit bir “İnandım” sözünden ibâret değil. Dogmatik, statik bir inanç hiç değil. Elbette, iman da bu derinlikte ve bu boyutla paralel gitmeli.
Mü’min, tahkikî imânı elde etmek zorunda. Çünkü Kur’ân, “Ey imân edenler! Allah’a, Resûlüne, Resûlü üzerine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara hakkıyla imân edin.”1 “İmânlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü’minlerin kalplerine güven indiren Odur”2 diyerek kesin bilgi ve ilimle tahkiki imânı vurgular.
Zaten, mü’min; kesin (yakîn) bilginin delillerine dayanarak akıl, kalb ve vicdânıyla imân dairesine girer. Başka dinlerin bâzı ferdleri gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmaz.3 Çünkü, İslâm imânı, “İnandım” sözüyle çekirdek gibi kalb tarlasına ekilir. Akıl-zekâ, zihin merhaleleri, kalb, vicdan ve sâir hislerin de devreye girmesiyle kâinatı kaplayacak çapta dallanıp budaklanır.
Gelenek-görenek, önkabul, şartlanmışlık engellerini aşarak, taklidî imandan saf ve tahkikî imana ulaşmalı! Yani, imân yoksa, imâna girmeli, imân zayıf ise imânı güçlendirmeli, imânı güçlü veya taklidî ise, imânını tahkikî yapmalı, imânı tahkikî ise, imânını genişletmeli, imânı geniş ise, bütün gerçek olgunluğun, mükemmelliğin sebebi ve temeli olan mârifetullâhta (Allah’ı tüm isim ve sıfatlarının tecellileriyle bilerek) yükselmeli ve ufkumuzda parlak manzaralar açmalı.4
İman esaslarını araştırarak, inceleyerek kabul etmek başka bir şey, Müslüman olmak, teslim olmak başka şeydir. Dolayısıyla Kur’ân’ın tarif ettiği, dilde, ağızda, sözde dolaşan imanı, kalbe indirmeliyiz: “Bedevîler dedi ki: ‘İmân ettik.’ De ki: ‘Siz imân etmediniz, ancak İslâm (teslim) olduk’ deyin. İmân kalblerinize henüz girmiş değildir”5 âyeti de, İslâmiyeti kabul etme, teslim olma ile imânın farklı olduğunu belirtir.
Öte yandan, kabul etmek ayrıdır, inanmamak ayrıdır, inkâr etmek ayrıdır. İnkârın da dereceleri vardır: İlgilenmemek tarzında bir inkâr ile, inkârını ispat etmeye çalışmak bambaşka şeylerdir. Dolayısıyla iman esasları mutlaka özümsenmeli, benimsenmeli ki, bu sakat durumlara—bilmeden—düşülmesin. Aynı şekilde, ‘İnanıyorum’ demek ayrıdır, inandığını ispat ve izah edebilmek ve imanını taklitten tahkike çıkarıp genişletebilmek ap ayrıdır.
Dipnotlar:
1- Nisâ Sûresi: 136; 2- Fetih Sûresi: 4.; 3- Tarihçe-i Hayat, s. 80.; 4- Sözler, s. 631.; 5- Hucurât Sûresi: 14
08.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Kâinatın kalple buluşması |
|
Elektron çekirdeğin etrafında, dünya güneşin, güneş sistemi samanyolunun merkezi etrafında durmadan döner. Dönme ve değişimle ayaktadır kâinat… Kâinatta yaşıyor olmak, bu değişmez değişimin dışına çıkmamak demek.
Anlam denizi, hikmet deryaları da böyle değil mi? Düşünce çekirdeği etrafında döner duygular, ikisinin denge bütünlüğü sağlandığında anlam vücut bulur, hikmet taşları oluşur. Düşüncenin duyguyla buluşmasından doğan şevkin terkibiyle şekillenir anlam evrenleri…
Uzun bir süreçtir kâinatın kurulması… Hikmet gergef gergef dokumuştur onu… Atomun yaratılması, moleküllerin oluşması… Nice devirlerin dönmesiyle gün yüzüne çıkmıştır dünya günü…
Kalbimiz kâinattan küçük ve kıymetsiz mi? Onun kurulumu için de kâinatı izlememiz gerekmiyor mu? Kâinatın modeli insan, insanın modeli kâinatsa birbirimize bakarak öğreneceğimiz çok şey var.
Ay neye aynadır? Güneş neyi ifade eder? Yıldızların, Kehkeşanların sürekli gönderdiği anlam ışınları okunmadıkça dünyanın ne olduğu nasıl anlaşılacak?
Rakamlara sığmayan yıldızlar zerre derinliğinde kayıptır. Zerre derinliğinden kâinat enginliğine uzanan çizgide buluşmadıkça dünya hakikate dönmeyecek, güneş aydınlatmayacak, ay ayna olmayacak, yıldızlar yaldızsız kalacaktır.
Kalp ve kâinat birbirine bakan karşılıklı iki ayna… İkisinin yüzleşmesiyle doğar hakikat güneşi… Atomda var-yok arası gelip giden zerre rüzgârı… Kalpte sürekli savrulan lâtifeler… Yüzünü sonsuzluğu çevirmiş kalp, sonsuzluğu erişmek için sürekli genişleyen kâinat…
Kalp çekirdekse, kâinat o çekirdeğin etrafında dönen elektron… Melekûtun etrafında dönen mülk, hikmet etrafında sevgi yörüngesinde dönen şevk gibi… Kâinatın kurulum kılavuzu…
İçimizde ayların, güneşlerin, yıldızların varlık yolu… Güneş olamadığımızda ay aynası ile idare edebilmek, ay da görünmezliğe büründüğünde uzak yıldızlardan ümit ışıkları alabilmek ve tekrar başa dönebilmek… Varlığımızın devamı için devamlı takip edeceğimiz değişmez yol…
Kalp etrafında sevgi yörüngesinde dönen akılla akletmedikçe elektron serseri, güneş sönük, ay aynası kırık, yıldızlar yalnız, Kehkeşanlar keşmekeşlikte kayıp, dünya harabedir. Kıyamet atom dengesinin bozulması değil mi?
Ubudiyet yörüngesiyle iman çekirdeği etrafında dönen ibadetle, kâinatın tesbihatını takdim eden aziz bir yolcuya dönüşür insan… Bu dengeyi kaybeden kendini ve kâinatı kaybetmiştir… Sonsuz solgunluk bekler onu…
Dönen dünya yüzümüzü nereye döndürüyor? Gündüzler neyi aşikâr kılıyor, gece neyi gösteriyor? Kâinatın kalp atışlarını duymayan bir kalbe, gündüz ve gece ne yapsın? Mevsimlerin değişim ve dönüşümü kalpsiz kalbe ne okutturabilir?
İman çekirdeği etrafında sabır ve şükür dönüşüm dengesini bozmak isteyen nefis paraziti tesirsiz kılındığında kâinat sayfaları kendini okutturmak için açılacaktır. Kâinatın kalbi Kâbe ile kalbin kâbesi iman buluştuğunda hakikat yörüngesine varılmış olunur. Uzağın ve yakının yakın olduğu bir vuslattır bu… Zerreler birbirine ne kadar uzaktır, yıldızlar ne kadar yakın?
Güzellik, kâinatın kapılarını kalple, kalbin kapılarını kâinatla açmakla kendini gösterir, hayat lezzete döner. Kapılar karşılıklı kapalıysa her yer karanlık, hiçbir şey yar değil…
Bir kelime, bir dane, bir zerre anahtar olur koca kapıları açabilir… Kemale ermek için, son yörüngesinde sekiz olmak isteyen elektronlar gibi, aklın sevgi yörüngesinde kalp etrafında dönüşüne devam… Tâ ki ibadetin ubudiyet yörüngesinde iman etrafında tavaf etmesine kadar...
08.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Bu nasıl kardeşlik? |
|
Üç kardeş bir ırmağın kenarındaki söğüt ağacının altında piknik yapmaktadırlar. Yemeklerini yedikten sonra küçük kardeş serinlemek için ırmağa girmek ister. Ağabeyleri “Sakın ırmağa girme, yüzme bilmiyorsun, boğulursun” diye kardeşlerine tenbih ederler. Ama küçük kardeş onların ikazlarına kulak asmaz ve kendini suya bırakır. Su aniden derinleştiği için dibe doğru batmaya başlar. Yüzme bilmediğinden kıyıya da çıkamaz.
Kardeşinin boğulmakta olduğunu gören ortanca kardeş de onu kurtarmak için kendini suya atar. Fakat o da yüzme bilmemektedir. İkisi birden suyun içinde çırpınmaya başlarlar. Onları kurtarmak için ağabeyleri de suya atlar. Ama o da yüzme bilmemektedir. Etrafta da kimse olmadığından, bir süre sonra üç kardeş suya gömülür ve boğulup giderler.
Hiçbirisi yüzme bilmediği halde, kardeşlerinin boğulmakta olduğunu görünce dayanamazlar ve kendi canlarını feda ederek kardeşlerine yardım etmek isterler. Demek ki kardeşlik sevgisi, kardeşi için canını feda edecek kadar kuvvetli bir sevgidir. Buradan anlıyoruz ki, bir kardeşin hayatı tehlikede olduğu zaman, öteki kardeşler onu kurtarmak için kendi canlarını tehlikeye atmaktan çekinmezler.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) “Bütün Müslümanlar kardeştir” buyuruyor. Nesebî kardeşlikte, aynı anne ve babadan dünyaya gelmek gibi ortak bir nokta varken, iman kardeşliğinde birden çok ortak nokta bulunmaktadır. Müslümanların kitabı bir, peygamberi bir, kıblesi bir, ibadeti bir, terbiye edeni bir, rızık vereni bir, binlerce birlikleri var. O yüzden, imanî kardeşlik, bazen nesebî kardeşlikten daha ileri tutulmuş, Bedir savaşında olduğu gibi, kardeş kardeşle, oğul babasıyla karşı karşıya gelmiştir. Yani Allah için bir araya gelen ve İslâmiyet ortak paydasında kardeş olanlar, yine Allah için öz kardeşleri ile savaşmışlardır. Demek ki iman kardeşliği de en az öz kardeşlik kadar önemlidir.
Yukarıdaki kıssada, boğulmakta olan kardeşini kurtarmak için kendi hayatını feda eden kardeşlerin gösterdiği fedakârlığı okuduktan sonra, hemen herkesin “Ben de aynı şeyi yapardım” diyeceğine inanıyorum. Peki, bugün dünyanın çeşitli yerlerinde zulüm gören, üzerlerine kurşun ve bomba yağdırılan, gözleri önünde eşleri ve çocukları katledilen kardeşlerimizin dramını televizyonlarda seyrederken, acaba aynı duyguları taşıyor muyuz?
“Ben de şu kardeşim için aynı fedakârlığı yaparım” diyebiliyor muyuz? Zalimlere kızmak ve onları kınamaktan başka ne yapıyoruz?
Filistin’deki, Lübnan’daki Müslümanların üzerine yağan bombalar, emzikli bebeklerin körpe bedenlerini parçalıyor, sivil halk katliâma maruz kalıyor, füzelerle ambülanslar vuruluyor, hastalar ve yaralılar öldürülüyor, binlerce insan kendi ülkesinde mülteci durumuna düşüp canını kurtarmak için yollara düşüyor. Yedi milyonluk bir İsrail bu katliâmları yaparken, yüz elli milyonluk Arap âlemi ve bir buçuk milyarlık İslâm âlemi bu mezalimi seyrediyor. Bu nasıl kardeşlik ki, zayıf ve güçsüz olanlar katliâma maruz kalırken, tuzu kuru olanlar hiç oralı olmuyorlar? Hani, mü’minler bir vücudun azaları gibiydi, birisine bir diken batsa bütün vücut rahatsız olurdu? Acaba kaç Müslüman Filistindeki, Lübnandaki ve diğer İslâm beldelerindeki kardeşlerinin acılarını yüreğinde hissediyor?
“Ben ne yapabilirim ki” mazeretine sığınmak, görevden kaçmaktan başka bir şey değildir. Yapılabilecek en büyük yardım, kardeşinin acısını yüreğinde hissedip, onların bu zulümden kurtulması için samîmî bir yakarışla Allah’a duâ etmektir.
Bir an için o insanların öz kardeşimiz olduğunu düşünsek, acaba onları kurtarmak için yüzme bilmediğimiz halde kendimizi derin sulara atmaz mıyız? Maddî güçlerimizi birleştiremiyorsak bile, içten gelen duâlarımızı birleştirsek, yine onların kurtulmasına vesile olabiliriz. Bunu da yapamayan “kardeşler” hiç kardeşlikten söz etmesinler.
08.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
İttifak ya da ittifak |
|
İttifak, ittihat etmeyi başaran kitlelerin daha büyük buluşma stratejisidir. İç yapısında, misyon üstlendiği ideal ortaklığında bütünleşmiş yapısını geliştirmek isteyenlerin geniş mutabakat zeminleridir. Parçaların birbirine monte edilmesidir. Her parça kendi içinde ittihadını ve iç bütünlüğünü gerçekleştirdiği için, bütünde oluşan kuvvet, her parçanın iç dinamizmini ve dış desteğini arttırır.
İttifak, vizyon ortaklığıdır. Büyük amaca yönelik irade birlikteliğidir. Farklılıkların buluşma serbestisinin nihaî sınırlarında kabullenme ve ötekileşmeden beraberliği sağlama düşüncesidir. İrademiz ve tercihlerimiz dışında oluşan beraberliklerin ve paylaşımın zorunlu ittifakıdır. Sonuçlar, farklılıkları tatmin edecek beraberliklerin büyük konsensüsüne hazırlanmaktır.
Aile içi iletişim ittihad ise, büyük aile çatısında beraberlik ve ortak hedefi belirleme de ittifaktır. Özel, içe dönük ve bir öteki açılıma göre daha çekirdek olan ittihad, evrensel ölçeğe ve geniş katılımın ilkeli birliğine giden uzlaşma zeminlerinde ittifaka dönüşür.
İttifakta, kurumsal farklılıkların kabulü esastır. Ne aynı ne de gayrı bileşeninde buluşma arayışıdır. Ötekileşmeden ve berikileştirmeden kendi iç özgünlüğünü ve dokusal karakterini koruyan birey/topluluk/cemaat/ülke/kurum/bölge/kıt’a v.b eksenlerin çerçeve buluşmasıdır.
İttifak, ittihadın altyapısı üzerine inşa edilir. İçten dışa doğru kademeli ve prensipli fayda bakışlı yeni kimyanın teşekkülüdür. Genleşme ve genişlemenin elastikiyet sınırlarında, amacına ve niyetine halel getirmeden kendi ruhunu inkişaf ettirme, kendi idealini ve hedefini yaygınlaştırma ve etkinleştirme arzularının ortak bileşkesinde kendini yapılandırmadır.
Plastikiyet anlamında, kendi varlığını, yeni şartlar karşısında kaybederek deformasyona uğrayan ve mukavemet değerini kaybeden yapılar ne kadar sağlıksız ise, aslî varlığına sadık kalarak bunun geniş açısını ve bir başka nazarın niyet ortaklığında yeniden inşa ve maksat birliğinde yürümek de o kadar elzemdir.
İttifakta yüksek hedefler vardır. Hazmetme kapasitesini sağlayan bilge ufuk ve kuşatıcı hafızanın eseridir. İdealini sonsuzlaştırma heyecanı ve sürekliliği içinde var olma idrakidir.
İttifak, aynı olmayanların gayrileşmeden ve kaderin sevk ettiği ortaklıklar içinde bunu realize etme arayışıdır. Ülke içinde farklılıkların ittifakı, cemaatler içinde ayrı tonların ittifakı, kıt’alar içinde fayda esaslı beraberliklerin ittifakı gibi örnekler düşünülebilir.
İttifak büyük resmi tamamlayan karelerin toplamıdır. Özelimizin özelliklerini farklı fonda ve tonda bir başkasının farklılık ve değişimi içinde yeni bir koalisyonla kuvvetlendirme zaruretidir.
Avrupa Birliği bir ittifak ise, İslâm Birliği bir ittihaddır. İç dünyamız ittihadla müttehidse, bir başkası ile beraberliğimiz ve ortaklığımız ittifaktır. Bir başkası ile anlam ve dâvâ ortaklığımız kökleşmiş bir ittihad ise, kurumsal bütünleşmenin sonrasında, bir başka arkadaş grubu ile ittifak kazanır.
Her insan hem ittihad, hem de ittifak içindedir. Bunlar birbirinin mütemmimi ve biri ötekini oluşturan konu, kişi, olay, ortam ve konuma göre değişen tamamlayıcı niyet ve duâ ile davranış ortaklığıdır.
Birlikteliğin ruhen, kalben, fikren, cismen, vicdanen ve hissen en çok yaşandığı duyarlılık, mezc halinde dışa doğru genişledikçe, birbirini açan halkalar misali bir sonraki, bir öncekinin tutarlı ittifakını sağlar.
Bazen iç içe kapanan yapı, ittifakı ittihad düzeyine çekerken, bazen de iç içe açılan büyümeler de ittihadı ittifak ve ötesine taşıyarak katlanan değerler oluşturmaktadır. Birincisi gizli bir iltihakın ip uçlarını verirken, ikincisi beraberliğin büyüyen hafızasına ortak olmanın mutluluğu ile bir başka kümeyi de mutlu etme cesaret ve kararlılığıdır.
İttihadın teorisi kolay, pratiği zaman alır ve ciddî anlamda zihnî istikrar ve fedakârlık ister. İttifakın ise sembolle ifadesi ve pratik yaklaşımı kolay, teorisini kurma ve fikri temellerini sağlamlaştırma oldukça zordur. Bilgi, deneyim, hikmet ve idrakin “Küçük olsun benim olsun” fikrinden kurtulması kolay değildir. Güven tesisi zaman alır. İnanıldığı takdirde, yeni tarih yazdıracak evrensel düşünce kalitesini yaşatır ve hayata hâkim kılar. Her anı, yeni ödevlerle kendini inkişaf ettirme ve yenilenmeye adar.
Dünyanın, her seviyede bu yolu açacak yürekli ve akil insanların samimiyet ile insanlığa adanmış ihlâslı zekâlara ihtiyacı var.
İttifakı yazmaya devam edeceğiz.
08.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|