görüşmekten teselli ve ünsiyet almaya ihtiyacım içinde
acip tecrit ve yalnızlık vahşeti beni sıktı; böyle bir nevi
şekva kalbe geldi: “neden bu tazip oluyor, hizmetimize
faydası nedir?”
Birden, bu sabah kalbe ihtar edildi ki: siz bu şiddetli
imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa altın mı,
bakır mı diye mehenge vurmak ve her cihette sizi insaf-
sızca tecrübe etmek ve “nefislerinizin hisseleri ve desise-
leri var mı, yok mu?” üç-dört eleklerle elenmek, halisâ-
ne, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pek çok
lüzumu vardı ki, kader-i İlâhî ve inayet-i rabbaniye mü-
saade ediyor. Çünkü, böyle meydan-ı imtihanda inatçı
ve bahaneci insafsız muarızların karşısında teşhir edilme-
sinden herkes anladı ki; hiçbir hile, hiçbir enaniyet, hiç-
bir garaz, hiçbir dünyevî, uhrevî ve şahsî menfaat karış-
mayarak, tam halis, hak ve hakikatten geliyor. eğer
perde altında kalsaydı, çok manalar verilebilirdi; daha
avam-ı ehl-i iman itimat etmezdi, “Belki bizi kandırırlar”
der. Ve havas kısmı dahi, vesvese ederdi; belki, “Bazı
ehl-i makamat gibi, kendilerini satmak, itimat kazanmak
için böyle yapıyorlar” diye, daha tam kanaat etmezlerdi.
Şimdi imtihandan sonra, en muannit vesveseli dahi tes-
lime mecbur oluyor. zahmetiniz bir, kârınız bindir inşa-
allah.
Said Nursî
{{{
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
avam-ı ehl-i iman:
ehl-i imanın,
mü’minlerin avam tabakası.
bahane:
asıl sebebi gizlemek için
ileri sürülen uydurma sebep.
cihet:
yön.
desise:
hile, oyun, aldatmaca.
dünyevî:
dünyaya ait.
ehl-i makamat:
makamlarda bu-
lunanlar.
enaniyet:
kendini beğenme, ben-
cillik, egoistlik.
faide:
fayda.
garaz:
kötü kasıt, düşmanca niyet,
kin.
hâk:
doğru, gerçek, hakikat.
hakikat:
gerçek.
halis:
samimî, her amelini yalnız
Allah rızası için işleyen.
halisâne:
temiz kalplilikle, samimî
bir şekilde, sırf Allah rızasını göze-
terek.
havas:
okumuşlar, bilginler, âlim-
ler.
hile:
aldatmaya yönelik düzen,
desise.
hisse:
pay, nasip.
ihtar:
hatırlatma, uyarı.
inayet-i rabbanîye:
Allah’ın ina-
yeti; Cenab-ı Hakkın mahlûkatın
terbiye, tedbir ve idaresinde
onlara yapmış olduğu lütuflar,
himayeler, yardımlar.
inşaallah:
‘Allah izin verirse’
manasında kullanılan bir dua.
itimat:
emniyet, güven.
kader-i İlâhî:
İlâhî kader, Al-
lah’ın kader kanunu.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
mecbur:
zorunlu olma, zo-
runda kalma.
menfaat:
fayda.
meydan-ı imtihan:
imtihan
meydanı, dünya.
mihenk:
altının ayarını ölç-
mekte kullanılan taş, denek
taşı.
muannit:
inatçı, ayak direyen.
muarız:
muhalefet eden, karşı
çıkan, muhalif.
müsaade:
izin.
nam:
ad.
nefis:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan, hayırlı işlerden alı-
koyan güç.
nevi:
çeşit, tür.
şahsî:
şahsa, kişiye ait, hususî.
şekva:
şikâyet.
tazip:
azap çektirme, eziyet
etme, sıkıntı verme.
tecrit:
bir kişinin başka bir in-
san veya nesneyle olan ilişki-
sini kesme.
teşhir:
ilân etme, herkese du-
yurma; sergileme.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete
ait, ahiret âlemiyle ilgili.
ünsiyet:
alışkanlık, ülfet, dost-
luk.
vahşet:
yabanîlik, vahşîlik.
vesvese:
şüphe, kuruntu,
kalbe gelen asılsız kötü ve
sinsi düşünce.
zahmet:
sıkıntı, eziyet, meşak-
kat.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 824 | Şualar