Hem bu safî, temiz, güzel gökler, fevkalâde büyük ve
fevkalâde sür’atli ecramıyla, muntazam bir ordu ve elekt-
rik lâmbalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziye-
tini göstermek cihetiyle, senin rububiyetinin haşmetine
ve her şeyi icat eden kudretinin azametine zahir delâlet;
ve hadsiz semavatı ihata eden hâkimiyetinin ve her bir zî-
hayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuv-
vetli işaret; ve bütün mahlûkat-ı semaviyenin bütün işleri-
ne ve keyfiyetlerine taallûk eden ve avucuna alan, tanzim
eden ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin her işe şü-
mulüne şüphesiz şahadet ederler. Ve o şahadet ve delâ-
let o kadar zahirdir ki, güya yıldızlar, şahit olan göklerin
şahadet kelimeleri ve tecessüm etmiş nuranî delilleridir-
ler.
Hem, semavat meydanında, denizinde, fezasındaki yıl-
dızlar ise, mutî neferler, muntazam sefineler, harika tay-
yareler, acaip lâmbalar gibi vaziyetiyle, senin saltanat-ı
ulûhiyetinin şaşaasını gösteriyorlar.
Ve o ordunun efradından bir yıldız olan güneşimizin
seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve
ihtarıyla, güneşin sair arkadaşları olan yıldızların bir kıs-
mı ahiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki
bâkî olan âlemlerin güneşleridirler.
Ey Vacibü’l-Vücud, Ey Vahid-i Ehad!
Bu harika yıldızlar, bu acip güneşler, aylar, senin
mülkünde, senin semavatında, senin emrin ile ve kuvve-
tin ve kudretin ile ve senin idare ve tedbirin ile teshir ve
Şualar
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
| 79 |
MÜNACAT
keyfiyet:
durum; nitelik, özellik.
kudret:
güç, kuvvet.
mahlûkat-ı semaviye:
gökyüzün-
deki yaratılmışlar.
muntazam:
düzenli, düzene gir-
miş.
mutî:
itaat eden, söz dinleyen.
mülk:
sahip olunan üzerinde ta-
sarruf hakkı bulunulan şey.
nefer:
asker, er.
nuranî:
nurlu, parlak, aydınlık.
rahmet:
şefkat ve merhamet et-
me, acıyıp esirgeme.
rububiyet:
Cenab-ı Hakkın her za-
man, her yerde ve her varlığa
muhtaç olduğu şeyleri vermesi,
onları yetiştirmesi, uyum içinde
sevk ve idare etmesi.
safî:
temiz, duru.
sair:
diğer.
saltanat:
sultanlık, padişahlık; hâ-
kimiyet.
saltanat-ı ulûhiyet:
Cenab-ı Hak-
kın İlâhlık saltanatı, hâkimiyeti.
sefine:
gemi.
semavat:
gökler.
seyyare:
gezegen.
sür’at:
hız.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
şaşaa:
parlaklık.
şümul:
kaplama, kuşatma.
taallûk eden:
alâkalı olan.
tanzim etmek:
düzenlemek.
tayyare:
uçak.
tecessüm etmek:
cisimleşmek,
maddeleşmek.
tedbir:
idare etme, çekip çevir-
me.
teshir:
itaat ettirme, boyun eğ-
dirme.
Vacibü’l-Vücud:
varlığı zorunlu ve
gerekli olan ve yokluğu düşünü-
lemeyen; varlığı Zatî, ezelî, ebedî
olup vücut tabakalarının en sağ-
lamı, en kuvvetlisi, en esaslısı ve
en mükemmeli olan Allah.
Vahid-i Ehad:
bir olan ve birliği
her bir şeyde tecelli eden Allah.
vazife:
iş, görev.
vaziyet:
durum.
zahir:
açık, görünür.
zemin:
yer, yeryüzü.
zîhayat:
hayat sahibi, canlı.
acayip:
şaşırtıcı ve hayret ve-
rici.
acip:
hayret verici.
ahiret:
dünya hayatından son-
ra sonra başlayıp sonsuza ka-
dar devam edecek olan ha-
yat.
âlem:
dünya.
azamet:
büyüklük.
bâkî:
devamlı ve kalıcı, yok
olmayan, sonsuz.
cihet:
yön.
delâlet:
delil olmak.
delil:
bilinmeyeni keşfetmek
veya bilinenin doğruluğunu
göstermek için aracı olarak
kullanılan şey.
donanması:
bir devletin de-
niz kuvvetleri, savaş gemileri.
ecram:
gök cisimleri, yıldızlar.
efrat:
fertler, bireyler.
fevkalâde:
olağanüstü.
feza:
uzay.
güya:
sanki.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hâkimiyet:
hükmediş, kont-
rol ve emir altında bulundur-
ma, itaat ettirme.
harika:
olağanüstü, hayranlık
uyandıran.
haşmet:
büyüklük, heybet.
hikmet:
belirli gayelere yöne-
lik, anlamlı, faydalı yerli yerli
yerinde oluş.
icat eden:
yoktan var eden,
yaratan.
idare:
yönetme, yönetim.
ihata etmek:
kuşatmak, sar-
mak.
ihata:
kuşatma, sarma, içine
alma.
ihtar:
hatırlatma, dikkat çek-
me.
ilim:
biliş, bilgi.
işaret:
gösterme, bildirme.