sükûtuna ve denizlerin istilâsından kurtulmasına; ve ha-
vanın gazat-ı muzırradan tasfiyesine; ve suyun muhafaza
ve iddiharlarına; ve zîhayatlara lâzım olan madenlerin ha-
zinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle seni ta-
nıyorlar ve tanıttırıyorlar.
evet, dağlardaki taşların envaından ve muhtelif hasta-
lıklara ilâç olan maddelerin aksamından ve zîhayata, hu-
susan insanlara çok lâzım ve çok mütenevvi olan made-
niyatın ecnasından ve dağları, sahraları çiçekleriyle süs-
lendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın esnafın-
dan hiçbirisi yoktur ki, tesadüfe havalesi mümkün olma-
yan hikmetleriyle, intizamıyla, hüsn-i hilkatiyle, faydala-
rıyla, hususan madeniyatın tuz, limon tuzu, sülfato ve şap
gibi, sureten birbirine benzemekle beraber, tatlarının şid-
det-i muhalefetiyle ve bilhassa nebatatın basit bir toprak-
tan, çeşit çeşit envalarıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriy-
le, nihayetsiz kadîr, nihayetsiz hakîm, nihayetsiz rahîm
ve kerîm bir sâniin vücub-i vücuduna bedahetle şahadet
ettikleri gibi, heyet-i mecmuasındaki vahdet-i idare ve
vahdet-i tedbir ve menşe ve mesken ve hilkat ve sanatça
beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve ya-
pılmakta çabukluk noktalarından, sâniin vahdetine ve
ehadiyetine şahadet ederler.
Hem, nasıl ki, dağların yüzünde ve karnındaki masnu-
lar, zeminin her tarafında, her bir nevi aynı zamanda, ay-
nı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmala-
rı ve bir iş bir işe mâni olmadan, sair neviler ile beraber
karışık iken karıştırmaksızın icatları, senin rububiyetinin
Şualar
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
| 89 |
MÜNACAT
menşe:
kaynak, bir şeyin çıktığı
yer.
mesken:
kalınan, yaşanılan yer.
muhafaza:
korunma.
muhtelif:
çeşitli, farklı.
mütenevvi:
çeşitli, farklı.
nebatat:
bitkiler.
nevi:
tür, cins.
nihayetsiz:
sonsuz.
rahîm:
sonsuz şefkat ve merha-
met sahibi, çok bağışlayıcı olan.
rububiyet:
Cenab-ı Hakkın her za-
man, her yerde ve her varlığa
muhtaç olduğu şeyleri vermesi,
onları yetiştirmesi, uyum içinde
sevk ve idare etmesi.
sahra:
kır, ova.
sair:
başka, diğer, öteki.
sanat:
bir şeyi yapmada gösteri-
len ustalık; ustaca ve güzel yapı-
lış.
Sâni:
her şeyi sanatla yaratan Al-
lah.
sureten:
görünüşte, şekil ve bi-
çim olarak.
sükût:
suskunluk, sessizlik.
sülfato:
sülfürik asit, tuz veya es-
teri.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
şap:
alüminyum ve potasyum sül-
fatından meydana gelen renksiz
madde.
şiddet-i muhalefet:
çok çok farklı
ve zıt olma.
tarz:
şekil, biçim, yol.
tasfiye:
safîleştirme, temizleme,
arındırma.
tesadüf:
rastlantı.
vahdet:
birlik.
vahdet-i idare:
idarenin tek el-
den yürütülmesi.
vahdet-i tedbir:
neticelerini dü-
şünerek idare etmenin tek elden
olması.
vücub-i vücut:
varlığı zorunlu, ge-
rekli ve şart olmak, olmaması im-
kânsız olmak.
zemin:
yer, yeryüzü.
zîhayat:
hayat sahibi, canlılar.
aksam:
kısımlar.
bedahetle:
apaçık bir şekilde.
bilhassa:
özellikle.
ecnas:
cinsler, çeşitler.
ehadiyet:
Allah’ın her bir şey-
de birliğini göstermesi.
enva:
türler, çeşitler.
esnaf:
sınıflar, cinsler.
faide:
fayda.
gayet:
son derece, çok.
gazat-ı muzırra:
zararlı gaz-
lar.
hakîm:
gayeli, faydalı, anlamlı
ve yerli yerinde iş gören; hik-
met ve yüksek bilgi sahibi
olan.
havale:
bir işi veya bir şeyi
başka birisine bırakma.
hazinedar:
hazine bekçisi.
hey’et-i mecmua:
bir şeyin
tamamı, parçalarına bakılmak-
sızın bir bütün olarak görünü-
şü.
hikmet:
belirli gayelere yöne-
lik, faydalı, anlamlı ve yerli ye-
rinde oluş.
hilkat:
yaratılış.
hususan:
özellikle.
hüsn-i hilkat:
yaratılış güzel-
liği.
icat:
vücuda getirmek, yok-
tan yaratmak.
iddihar:
biriktirilme, depolan-
ma.
intizam:
düzen, tertip.
istilâ:
kaplama, yayılma.
kadîr:
her şeye gücü yeten
sonsuz kudret sahibi.
kerîm:
ikramı, ihsanı ve bağı-
şı bol olan.
lâzım:
gerekli.
madeniyat:
madenler.
mâni:
engel.
masnu:
sanatlı olarak yaratıl-
mış varlık.