nasıl semavat yıldızlarıyla ve cevv-i feza müştemilâtıy-
la senin vücub-i vücuduna ve senin birliğine ve vahdeti-
ne şahadet ediyorlar; öyle de, arz bütün mahlûkatıyla ve
ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı
adedince şahadetler ve işaretler ederler.
evet, zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanların-
da her senede urbasını değiştirmek gibi hiçbir tebeddül –
cüz’î olsun, küllî olsun– yoktur ki, intizamıyla senin vü-
cuduna ve vahdetine işaret etmesin.
Hem, hiçbir hayvan yoktur ki, zaafiyet ve ihtiyacının
derecesine göre verilen rahîmâne rızkıyla ve yaşamasına
lüzumu bulunan cihazatın hakîmâne verilmesiyle, senin
varlığına ve birliğine şahadeti olmasın.
Hem, her baharda gözümüz önünde icat edilen neba-
tat ve hayvanattan hiçbir tanesi yoktur ki, sanat-ı acibe-
siyle ve lâtif ziynetiyle ve tam temeyyüzüyle ve intizamıy-
la ve mevzuniyetiyle seni bildirmesin. Ve zemin yüzünü
dolduran ve nebatat ve hayvanat denilen kudretinin hari-
kaları ve mu’cizeleri, mahdut ve maddeleri bir ve müte-
şabih olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden
ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden, yanlışsız,
mükemmel, süslü, alâmet-i farikalı olarak yaratılışları, sâ-
ni-i Hakîm’lerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine
ve hadsiz kudretine öyle bir şahadettir ki, ziyanın güneşe
şahadetinden daha kuvvetli ve parlaktır.
Hem, hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiçbir unsur yok-
tur ki, şuursuzluklarıyla beraber, şuurkârâne mükemmel
vazifeleri görmesiyle, basit ve istilâ edici, intizamsız,
Şualar
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
| 83 |
MÜNACAT
düzenli olma.
mu’cize:
Allah’ın sonsuz kudre-
tiyle meydana gelen ve benzerini
yapmaktan insanların âciz kaldığı
şey.
mükemmel:
kusursuz, eksiksiz.
müştemilât:
içindekiler, içinde bu-
lunanlar.
müteşabih:
birbirine benzeyen.
nebatat:
bitkiler.
nur:
ışık; aydınlık.
rahîmâne:
şefkat ve merhamet-
le, acıyarak, esirgeyerek.
rızık:
Allah’ın ihsan ettiği, verdiği
nimetler, yiyecekler.
sanat-ı acibe:
hayranlık uyandı-
ran ve hayret veren sanatlı yapı-
lış.
Sâni-i Hakîm:
her şeyi gayeli, fay-
dalı, anlamlı, yerli yerinde ve sa-
natlı olarak yaratan Allah.
semavat:
gökler.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
şuur:
bilinç, olup bitenin farkında
olma.
şuurkârâne:
şuurlu ve bilinçli ola-
rak, olup bitenin farkındaymış gi-
bi.
tahavvül:
hâl değiştirme, başka
hâle geçme.
tebeddül:
değişme, değişim.
temeyyüz:
benzerlerinden farklı,
üstün olma, seçilme.
unsur:
madde, bir şeyi oluşturan
parçalardan her biri.
urba:
elbise.
vahdet:
birlik.
vazife:
görev.
vücub-i vücut:
varlığı zorunlu, ge-
rekli ve şart olmak, olmaması im-
kânsız olmak.
vücut:
varlık, var olma.
zaafiyet:
zayıflık.
zemin:
yer, yeryüzü.
ziya:
ışık.
ziynet:
süs.
ahval:
hâller, durumlar.
alâmet-i farika:
bir şeyi di-
ğerlerinden farklı kılan, ayıran
özellik.
arz:
yer, yeryüzü.
cevv-i feza:
gökyüzündeki
boşluk.
cihazat:
cihazlar, organlar.
cüz’î:
az, küçük, parçaya ait
olan.
derece:
miktar.
habbe:
tohum, tane.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakîmâne:
hikmetli bir şekil-
de; belirli gayelere yönelik,
faydalı, anlamlı ve yerli yerin-
de olarak.
harikalar:
olağanüstü olan,
hayranlık uyandıran eserler.
hayvanat:
hayvanlar.
hikmet:
belirli gayelere yöne-
lik, faydalı, anlamlı ve yerli ye-
rinde oluş.
icat edilen:
vücuda getirilen,
yoktan yaratılan.
intizam:
düzen, tertip.
intizamsız:
düzensiz.
istilâ edici:
yayılan, kaplayan,
kuşatan.
işaret etmek:
göstermek, bil-
dirmek.
katre:
damla.
kudret:
güç, kuvvet.
küllî:
çok, büyük, bütüne ait
olan.
lâtif:
güzel, hoş.
lüzumu bulunan:
gerekli olan.
mahdut:
sınırlandırılmış, sınır-
lı.
mahlûkat:
yaratıklar, yaratıl-
mışlar.
mevcudat:
yaratılmış şeyle-
rin tamamı, varlıklar.
mevcudiyet:
varlık, var olma.
mevzuniyet:
ölçülü, düzgün,