balıklardan hiçbirisi yoktur ki, hilkatiyle ve vazifesiyle ve
idare ve iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle Yaratanına işa-
ret ve rezzak’ına şahadet etmesin.
Hem, denizde kıymettar, hasiyetli, ziynetli cevherler-
den hiçbirisi yoktur ki, güzel hilkatiyle ve cazibedar fıtra-
tıyla ve menfaatli hasiyetiyle seni tanımasın, bildirmesin.
evet, onlar birer birer şahadet ettikleri gibi, heyet-i
mecmuasıyla, beraberlik ve birbiri içinde karışmak ve sik-
ke-i hilkatte birlik ve icatça gayet kolay ve efratça gayet
çokluk noktalarından senin vahdetine şahadet ettikleri gi-
bi; arzı, toprağıyla beraber bu küre-i arzı kuşatan muhit
denizlerini muallâkta durdurmak ve dökmeden ve dağıt-
madan güneşin etrafında gezdirmek ve toprağı istilâ et-
tirmemek; ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi
ve muntazam hayvanatını ve cevherlerini halk etmek; ve
erzak ve sair umurlarını küllî ve tam bir surette idare et-
mek ve tedbirlerini görmek; ve yüzünde bulunmak lâzım
gelen hadsiz cenazelerinden hiçbirisi bulunmamak nok-
talarından, senin varlığına ve Vacibü’l-Vücud olduğuna,
mevcudatı adedince işaretler ederek şahadet eder.
Ve senin saltanat-ı rububiyetinin haşmetine ve her
şeye muhit olan kudretinin azametine pek zahir delâlet
ettikleri gibi, göklerin fevkindeki gayet büyük ve mun-
tazam yıldızlardan, tâ denizlerin dibinde bulunan gayet
küçücük ve intizamla iaşe edilen balıklara kadar her şeye
yetişen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin
Şualar
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
| 87 |
MÜNACAT
muallâk:
boşlukta, asılı.
muhit:
her şeyi kuşatan ve her
şeyi kaplayan.
muntazam:
düzenli, intizamlı.
mütenevvi:
çeşit çeşit, farklı.
rahmet:
şefkat ve merhamet et-
me, acıma, esirgeme.
rezzak:
bütün yaratılmışların çe-
şit çeşit rızıklarını veren ve ihti-
yaçlarını karşılayan Allah.
sair:
diğer, başka.
saltanat-ı rububiyet:
bütün var-
lıkları, besleyen, yetiştiren, uyum
içinde sevk ve idare eden Allah’ın
bütün varlıkları kuşatan saltanatı,
hâkimiyeti.
sikke-i hilkat:
yaratılış mührü.
suret:
şekil, biçim.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
tedbir:
idare etmek, çekip çevir-
mek.
terbiye:
beslenme, yetiştirilme,
büyütülme.
umur:
işler.
Vacibü’l-Vücud:
varlığı zorunlu ve
gerekli olan ve yokluğu düşünü-
lemeyen; varlığı Zatî, ezelî, ebedî
olup vücut tabakalarının en sağ-
lamı, en kuvvetlisi, en esaslısı ve
en mükemmeli olan Allah.
vahdet:
birlik.
vazife:
görev.
zahir:
görünür, açık.
ziynet:
süs.
arz:
yer, yeryüzü.
azamet:
büyüklük.
cazibedar:
çekici.
cenaze:
ölü, ölü beden.
cevher:
kıymetli taş.
delâlet:
delil olmak, göster-
mek
efrat:
fertler, bireyler.
erzak:
rızıklar, yiyecekler.
fevkinde:
üstünde.
fıtrat:
yaratılış.
gayet:
son derece, çok.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hâkimiyet:
hükmediş, kont-
rol ve emir altında bulundur-
ma, itaat ettirme.
halk etmek:
yaratmak.
hasiyet:
özellik.
haşmet:
heybet, büyüklük.
hayvanat:
hayvanlar.
hey’et-i mecmua:
bir şeyin
tamamı, parçalarına bakılmak-
sızın bir bütün olarak görünü-
şü.
hilkat:
yaratılış, yapı.
iaşe edilmek:
beslenmek, ye-
dirilip içirilmek.
iaşe:
beslenme, yedirilip içiril-
me.
icat:
vücuda getirmek, yok-
tan yaratmak.
idare:
yönetilme, çekip çevi-
rilme.
intizam:
düzen.
istilâ etmek:
kaplamak, ya-
yılmak.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
kudret:
güç, kuvvet.
küllî:
umumî, bütün; hepsi, ta-
mamı.
küre-i arz:
yer küre; dünya.
lâzım:
gerekli.
menfaat:
fayda.
mevcudat:
yaratılmış şeyle-
rin tamamı, varlıklar.