hiçbir deveran ve hareket yoktur ki, böyle intizamıyla se-
nin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin.
Ve hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki, sükûtuyla, gürül-
tüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, senin rububi-
yetine ve vahdetine şahadeti ve işareti olmasın.
Ve hiçbir yıldız yoktur ki, mevzun hilkatiyle, muntazam
vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mü-
maselet ve müşabehet sikkesiyle senin haşmet-i ulûhiye-
tine ve vahdaniyetine işaret ve şahadette bulunmasın.
Ve on iki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki,
hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizam-
lı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle senin vücub-i vü-
cuduna şahadet ve saltanat-ı ulûhiyetine işaret etmesin.
evet, gökler sekeneleriyle, her biri tek başıyla şahadet
ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, derece-i bedahette
–
Ey Zemin ve Gökleri Yaratan Yaratıcı!
– senin
vücub-i vücuduna öyle zahir şahadet ve –
Ey Zerratı
Muntazam Mürekkebatıyla Tedbirini Gören ve
İdare Eden ve Bu Seyyare Yıldızları Manzum
Peykleriyle Döndüren, Emrine İtaat Ettiren!
–
senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şahadet ederler
ki, göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nuranî
bürhanlar ve parlak deliller, o şahadeti tasdik ederler.
bürhan:
delil, ispat edici.
delâlet etmek:
delil olmak.
delil:
bilinmeyeni keşfetmek ve-
ya bilinenin doğruluğunu göster-
mek için aracı olarak kullanılan
şey.
derece-i bedahet:
ap açıklık de-
recesi.
deveran:
dönüş, dolaşma, devret-
me.
ecram-ı semaviye:
gök cisimleri.
ehemmiyet:
önem.
haşmet-i ulûhiyet:
Allah’ın ilâhlı-
ğının büyüklüğü, heybeti, haşme-
ti.
hey’et-i mecmua:
bir şeyin ta-
mamı, parçalarına bakılmaksızın
bir bütün olarak görünüşü.
hikmetli:
belirli gayelere yönelik,
faydalı, anlamlı, yerli yerinde olan.
hilkat:
yaratılış.
idare etmek:
yönetmek.
intizam:
düzen, düzenlilik, tertip.
işaret:
gösterme, bildirme.
işaret etmek:
göstermek, bildir-
mek.
itaat ettirmek:
emrine boyun eğ-
dirmek.
itaat:
söz dinleme, emre göre ha-
reket etme.
manzum:
düzenlenmiş, ölçülü.
mevcudiyet:
varlık, var olma.
mevzun:
ölçülü, düzgün.
muntazam:
düzenli, düzen-
lenmiş.
musahhariyet:
emre boyun
eğme hâli.
mümaselet:
benzerlik, ben-
zeme.
mürekkebat:
parçaların bir-
leşmesiyle meydana gelmiş
şeyler.
müşabehet:
benzeme, ben-
zeyiş.
nuranî:
nurlu, aydınlık, parlak.
peyk:
uydu.
rububiyet:
Cenab-ı Hakkın her
zaman, her yerde ve her var-
lığa muhtaç olduğu şeyleri ver-
mesi, onları yetiştirmesi, uyum
içinde sevk ve idare etmesi.
saltanat-ı ulûhiyet:
ortaklık
kabul etmeyen Allah’ın salta-
natı, hâkimiyeti.
sekene:
sakinler, bir yerde
oturanlar, kalanlar.
seyyare:
gezegen.
sikke:
damga, mühür.
sükût:
suskunluk, sessizlik.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
tasdik etmek:
doğrulamak,
onaylamak.
tebessüm:
gülümseme.
tedbir:
idare etme, çekip çe-
virme.
vahdaniyet:
Allah’ın bir olu-
şu.
vahdet:
birlik.
vazife:
iş, görev.
vaziyet:
durum, duruş.
vücub-i vücut:
varlığı zorun-
lu, gerekli ve şart olmak, ol-
maması imkânsız olmak.
zahir:
açık, görünen.
zemin:
yer, yeryüzü.
zerrat:
zerreler, atomlar, en
küçük parçalar.
MÜNACAT
| 78 |
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
Şualar