ON BİRİNCİ KELİME
o
Ò°/
ü n
Ÿr
G p
¬r
«n
dp
Gn
h
Yani, dâr-ı fânîden dâr-ı bâkîye dönülecek
ve kadim-i Bâkî’nin makarr-ı saltanat-ı ebediyesine gidi-
lecek. Ve kesret-i esbaptan Vahid-i zülcelâl’in daire-i kud-
retine gidilecek, dünyadan ahirete geçilecek. Merciiniz
onun dergâhıdır, melceiniz onun rahmetidir ve hakeza…
Şu kelimenin, bunlar gibi, ifade ettiği pek çok hakikat-
ler var. Şu hakikatlerin içinde saadet-i ebediye ile cennete
döneceğinizi ifade eden hakikat ise, onuncu sözün on
iki bürhan-ı kat’î-yi yakîni ile ve Yirmi dokuzuncu sözün
pek çok delâil-i kàtıayı tazammun eden altı esasıyla o de-
rece kat’î ispat edilmiştir ki, başka beyana hacet bırakmı-
yor. gurup eden güneşin ertesi sabah yeniden tulû ede-
ceği kat’iyetinde, o iki söz ispat etmişler ki, şu dünyanın
manevî güneşi olan hayat dahi harab-ı dünya ile gurubun-
dan sonra, haşrin sabahında bâkî bir surette tulû edecek-
tir. Ve cin ve insin bir kısmı saadet-i ebediyeye ve bir kıs-
mı da şekavet-i ebediyeye mazhar olacaktır.
Madem onuncu ve Yirmi dokuzuncu sözler bu haki-
kati kemaliyle ispat etmişler, sözü onlara havale edip yal-
nız deriz ki:
sabık beyanatta kat’î ispat edildiği üzere, nihayetsiz
bir ilm-i muhit ve hadsiz bir irade-i külliye ve nihayetsiz
bir kudret-i mutlaka sahibi olan şu kâinatın sâni-i
Hakîm’i ve şu insanların Hâlık-ı rahîm’i, bütün semavî
Mektubat | 427 |
Y
irminci
m
ekTup
kemal:
mükemmellik, kusursuz-
luk; tam ve eksiksiz olma.
kesret-i esbap:
sebeplerin çoklu-
ğu.
kudret-i mutlaka:
sonsuz ve sı-
nırsız kudret.
makarr-ı saltanat-ı ebediye:
ebe-
dî saltanat merkezi; ahiret diyarı.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
mazhar olma:
nail olma, erişme,
kavuşma.
melce:
sığınılacak yer, sığınak.
merci:
dönülecek, sığınılacak, baş-
vurulacak yer.
nihayetsiz:
sonsuz.
rahmet:
acıma, merhamet etme,
esirgeme, bağışlama.
saadet-i ebediye:
sonsuz mutlu-
luk.
sabık:
geçen, geçmiş, önceki.
Sâni-i Hakîm:
her şeyi sanatla ve
hikmetle yaratan Allah.
semavî:
Allah tarafından olan, İlâ-
hî; gökten gelen.
suret:
şekil, biçim, tarz.
şekavet-i ebediye:
sonsuz sıkıntı
ve işkence, bitmeyen azap.
tazammun etme:
içinde bulun-
durma.
tulû etme:
doğma.
Vahid-i Zülcelâl:
celâl, haşmet sa-
hibi ve bir olan Allah.
ahiret:
öbür dünya.
bâkî:
sürekli ve kalıcı.
beyan:
anlatma, açıklama, izah.
beyanat:
açıklamalar, izahlar.
bürhan-ı kat’î:
kat’î, kesin de-
lil.
daire-i kudret:
kudret daire-
si; kuvvet, güç dairesi.
dâr-ı bâkî:
devamlı ve kalıcı
yer, ahiret.
dâr-ı fânî:
ölümlü, gelip geçici
yer, dünya.
delâil-i kàtıa:
kat’î, kesinleş-
miş deliller.
dergâh:
büyük bir huzura gi-
rilecek kapı, huzur.
hacet:
ihtiyaç; gerek.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakeza:
bunun gibi, benzeri.
hakikat:
gerçek.
Hâlık-ı Rahîm:
Sonsuz mer-
hamet ve şefkat sahibi yara-
tıcı, Allah.
harab-ı dünya:
dünyanın ha-
rap olması, yıkılması.
haşir:
kıyametten sonra bü-
tün insanların diriltilip bir ye-
re toplanmaları.
havale etme:
bir işi veya bir
şeyi başka birine bırakma.
ifade etme:
anlatma.
ilm-i muhit:
her şeyi ihata
edici, kuşatıcı ilim.
ins:
insan.
irade-i külliye:
Cenab-ı Hak-
kın her şeye hâkim olan ve
her şeyi içine alan iradesi.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
kadim-i bâkî:
ezelî ve ebedî
olan, Allah.
kâinat:
bütün âlemler, varlık-
lar.
kat’î:
kesin, şüphesiz.
kat’iyet:
kat’îlik, kesinlik.