şaşaalı, tesbihkârâne bir seyeran ve cereyan vermek de-
mek olan cazibedar, sevimli vaziyet-i semaviye ve mev-
simlerin değişmesi gibi büyük maslahatların vücut bulma-
sı demek olan o ulvî, hikmetli netice-i arziye, eğer vahde-
te verilse, o sultan-ı ezel, kolayca küre-i arz gibi bir nefe-
ri, o vaziyet ve o netice için ecram-ı ulviyeye kumandan
tayin eder. o vakit, arz, emir aldıktan sonra, memuriyet
neşesinden, Mevlevî gibi zikir ve semâa kalkar, az bir
masrafla o güzel vaziyet hâsıl olur, o mühim netice vücut
bulur. eğer arza “sen dur, karışma” denilse ve o netice
ve o vaziyetin istihsali de semavata havale edilse ve vah-
detten kesrete ve şirke gidilse, her gün ve her sene, bin-
ler derece küre-i arzdan büyük olan milyonlar adedince
yıldızlar hareket etmek, milyarlar sene mesafeyi yirmi
dört saatte ve bir senede kestirmek lâzımdır.
Net i ce - i Meram
: kur’ân ve ehl-i iman, hadsiz mas-
nuatı bir sâni-i Vahid’e verir, doğrudan doğruya her işi
ona isnat eder, vücup derecesinde sühuletli bir yolda gi-
der, sevk eder. Ve ehl-i şirk ve tuğyan, bir masnu-i vahi-
di hadsiz esbaba isnat ederek, imtina derecesinde suubetli
bir yolda gider. Şu hâlde, kur’ân yolunda bütün masnu-
atla, dalâlet yolunda bir masnu-i vahit beraberdirler. Hat-
ta, belki bütün eşyanın vahitten sudûru, bir vahidin had-
siz eşyadan sudûrundan çok derece eshel ve kolaydır. na-
sıl ki bir zabit, bin neferin tedbirini bir nefer gibi kolay ya-
par. Ve bir neferin tedbiri bin zabite havale edilse, bin ne-
fer kadar müşkülâtlı olur, keşmekeşe sebebiyet verir.
Mektubat | 435 |
Y
irminci
m
ekTup
netice:
sonuç.
netice-i arziye:
yeryüzünde yeti-
şen ürünler, yerin neticeleri, mey-
veleri.
netice-i meram:
gaye ve maksa-
dın neticesi, sonucu.
Sâni-i Vahid:
bir olan ve her şeyi
sanatla yaratan Allah.
sebebiyet verme:
sebep olma.
sema:
gökyüzü, gök.
semavat:
semalar, gökler.
sevk etme:
gönderme, yollama,
ulaştırma.
seyeran:
gezme, hareket etme.
sudûr :
meydana çıkma, çıkma,
olma.
Sultan-ı ezel:
kudret ve hüküm-
ranlığının başlangıcı olmayan Al-
lah.
suubet:
güçlük, zorluk.
sühulet:
kolaylık.
şaşaalı:
gösterişli, göz alıcı bir şe-
kilde.
şirk:
Allah’a ortak koşma.
tayin etme:
atama.
tedbir:
önlem.
tesbihkârâne:
tesbih ederek.
ulvî:
yüksek, yüce.
vahdet:
birlik.
vahit:
bir, tek.
vaziyet:
durum, hâl.
vaziyet-i semaviye:
gökyüzünün
çeşitli hâl ve vaziyetlere girmesi.
vücup:
varlığı gerekli olma, kesin-
lik, zorunluluk
vücut bulma:
var olma.
zabit:
subay.
zikir:
Allah’ı anma.
arz:
yer, dünya.
cazibedar:
cazibeli, çekici.
cereyan:
bir tarafa doğru akış,
akım.
dalâlet:
doğru yoldan ayrıl-
ma, batıla yönelme; inançsız-
lık.
ecram-ı ulviye:
yüksekteki
kütleler, yıldızlar ve gezegen-
ler.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri.
ehl-i şirk ve tuğyan:
Allah’a
ortak koşanlar, isyan ve az-
gınlıkta ileri gidenler.
esbap:
sebepler.
eshel:
daha kolay, en kolay.
hadsiz:
sınırsız.
hâsıl olma:
meydana gelme.
havale etme:
bir işi veya bir
şeyi başka birine bırakma.
hikmetli:
belirli gayelere yö-
nelik, anlamlı, faydalı, yerli ye-
rinde olan.
imtina:
imkânsızlık.
isnat etme:
dayandırma.
istihsal:
meydana getirme, el-
de etme.
kesret:
çokluk.
keşmekeş:
karmaşıklık, karı-
şıklık.
küre-i arz:
dünya, yer küre.
maslahat:
fayda, yarar.
masnuat:
sanatla yapılmış şey-
ler.
masnu-i vahit:
bir tek sanat-
kârın elinden çıkmış olan ha-
rika sanat.
masraf:
harcama.
memuriyet:
memurluk.
Mevlevî:
Mevlevîlik tarikatine
mensup kimse.
mühim:
önemli.
müşkülâtlı:
zor, güç.
nefer:
rütbesiz asker, er.