güneş, azametiyle onda âsârını gösterebilir. Bir şey bir şe-
ye mâni olamaz. Binler, bir gibi ve binler yere bir yer gi-
bi kolay girer. Her bir yer, binler yer kadar o güneşin cil-
vesine mazhar olur.
İşte,
(1)
'
¤r
Yn
’r
G o
?n
ãn
Ÿr
G !n
h
, şu kâinat sâni-i zülcelâl’inin,
nur olan bütün sıfâtıyla ve nuranî olan bütün esmasıyla,
teveccüh-i ehadiyet sırrıyla öyle bir tecellisi var ki, hiçbir
yerde olmadığı hâlde, her yerde hâzır ve nazırdır. tevec-
cühünde inkısam olmaz. Aynı anda, her yerde, külfetsiz,
müzahamesiz, her işi yapar.
İşte, şu imdad-ı vahidiyet ve yüsr-i vahdet ve tecelli-i
ehadiyet sırrıyladır ki, bütün mevcudat bir tek sânia ve-
rildiği vakit, o bütün mevcudat bir tek mevcut gibi kolay
ve sühuletli olur. Ve her bir mevcut, hüsnüsanatça, bü-
tün mevcudat kadar kıymetli olabilir. nasıl ki mevcudatın
hadsiz mebzuliyet içinde, her bir fertte hadsiz dekaik-ı sa-
natın bulunması bu hakikati gösteriyor. eğer o mevcudat
doğrudan doğruya bir tek sânia verilmezse, o zaman her
bir mevcut bütün mevcudat kadar müşkülâtlı olur ve bü-
tün mevcudat bir tek mevcut kıymetine sukut eder, iner.
Şu hâlde ya hiçbir şey vücuda gelmeyecek veya gelse de
kıymetsiz, hiçe inecektir.
İşte şu sırdandır ki, ehli felsefenin en ziyade ileri giden-
leri olan sofestaîler, tarik-ı haktan yüzlerini çevirdiklerin-
den, küfür ve dalâlet tarikına bakmışlar; görmüşler ki, şirk
yolu, tarik-ı haktan ve tevhid yolundan yüz bin defa
âsâr:
eserler.
azamet:
büyüklük.
cilve:
yansıma, görüntü.
dalâlet:
doğru yoldan ayrılma, ba-
tıla yönelme; inançsızlık.
dekaik-ı sanat:
sanat incelikleri.
ehli felsefe:
felsefe ile uğraşan-
lar.
esma:
isimler, adlar.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek.
hâzır:
hazır; her an var olan.
hüsnüsanat:
sanattaki güzellik.
imdad-ı vahidiyet:
kâinattaki bü-
tün varlıkların, yaratılmışların bir
elden çıkmış olmasının, kâinatta
yapılan faaliyetlerde sağladığı ko-
laylık, yardım ve destek.
inkısam:
kısımlara ayrılma, bö-
lünme.
kâinat:
bütün âlemler, varlıklar.
küfür:
Allah’ın varlığına, birliğine
inanmama,
külfet:
sıkıntı, zorluk.
mâni:
engel.
mazhar:
görünme yeri, ayna.
mebzuliyet:
bolluk, çokluk.
mevcudat:
varlıklar.
mevcut:
varlık.
müşkülât:
güçlükler, zorluklar.
müzahamesiz:
zahmet çekme-
den, sıkıntısız.
nazır:
bakan, gözeten.
nur:
aydınlık, ışık.
nuranî:
nurlu olan, parlak.
Sâni:
her şeyi sanatlı bir şekil-
de yapan ve yaratan Allah.
Sâni-i Zülcelâl:
her şeyi sa-
natla yaratan celâl sahibi Al-
lah.
sıfât:
sıfatlar, vasıflar, hâller.
Sofestaî:
Allah’ı kabul etme-
mek için kâinatı ve kendi var-
lığını da inkâr eden.
sukut etmek:
düşmek.
sühulet:
kolaylık.
şirk:
Allah’a ortak koşma.
tarik:
yol.
tarik-ı hak:
hak ve hakikat
yolu.
tecelli:
yansıma, görünme.
tecelli-i ehadiyet:
Cenab-ı Hak-
kın her bir şeyde bütün isim-
leriyle tecelli etmesi.
teveccüh:
yönelme, yöneliş.
teveccüh-i ehadiyet:
Allah’ın,
her bir şeyde birliğinin tecelli
etmesi manasındaki ehadiyet
sıfatıyla bir şeye yönelmesi.
tevhid:
birleme; Allah’ın bir
olduğuna inanma, Allah’ın var-
lığını birliğini, dengi ve ortağı
olmadığını kabul etme.
vücuda gelmek:
meydana gel-
mek, var olmak.
yüsr-i vahdet:
birliğin kolay-
lığı, bir işin bir elde ve bir mer-
kezde yapılmasının kolaylığı.
ziyade:
çok, fazla.
Y
irminci
m
ekTup
| 420 | Mektubat
1.
En yüce sıfatlar Allah’ındır. (Nahl Suresi: 60.)