ne kadar ziyade bilse, o derece kolay yapar. İşte şu sırra
binaen, her biri birer mu’cize-i sanat olan mevcudata ba-
kıyoruz ki, hayretnüma bir derecede sühuletle, kolaylık-
la, külfetsiz, dağdağasız, kısa bir zamanda, fakat mu’ciz-
nüma bir surette icat edilir. demek, hadsiz bir ilim vardır
ki, hadsiz sühuletle yapılır.
Ve hakeza, mezkûr emareler gibi binler alâmet-i sadı-
ka var ki, şu kâinatta tasarruf eden zatın muhit bir ilmi
vardır. Ve her şeyi bütün şuunatıyla bilir, sonra yapar.
Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardır; elbet-
te insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar ne-
ye lâyık ve müstahak olduklarını bilir; hikmet ve rahme-
tin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek.
ey insan! Aklını başına al, dikkat et, nasıl bir zat seni bi-
lir ve bakar, bil ve ayıl!
Eğer deni l se
: “Yalnız ilim kâfi değildir, irade dahi lâ-
zımdır. İrade olmazsa ilim kâfi gelmez.”
El cevap
: Bütün mevcudat nasıl ki bir ilm-i muhite de-
lâlet ve şahadet eder; öyle de, o ilm-i muhit sahibinin ira-
de-i külliyesine dahi delâlet eder. Şöyle ki:
Her bir şeye, hususan her bir zîhayata, pek çok mü-
şevveş ihtimalât içinde, muayyen bir ihtimal ile; ve pek
çok akim yollar içinde, neticeli bir yol ile; ve pek çok im-
kânat içinde mütereddit iken gayet muntazam bir teşah-
hus verilmesi, hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi göste-
riyor.
akim:
neticesiz, sonuçsuz.
alâmet-i sadıka:
doğruluk belirti-
si.
amel:
fiil, iş, emek.
cihet:
yön.
dağdağa:
gürültü, telâş, sıkıntı.
delâlet etme:
delil olma, işaret
etme.
emare:
işaret, belirti.
gayet:
son derece.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakeza:
bunun gibi, benzeri.
hayretnüma:
hayret veren, hay-
ret verici.
hikmet:
her şeyin belirli gayelere
yönelik olarak, manalı, faydalı ve
yerli yerinde olması.
hususan:
özellikle.
icat:
yoktan var etme yaratma.
ihtimalât:
olması mümkün olan
şeyler.
ilm-i muhit:
her şeyi ihata edici,
kuşatıcı ilim.
imkânat:
olabilirlikler.
Y
irminci
m
ekTup
| 412 | Mektubat
irade:
dileme, karar verebil-
me ve bu kararı yerine getir-
me gücü.
irade-i külliye:
Cenab-ı Hak-
kın her şeye hâkim olan ve
her şeyi içine alan iradesi.
kâfi:
yeterli, yeter.
kâinat:
bütün âlemler, varlık-
lar.
külfet:
zahmet, sıkıntı, zorluk.
lâyık:
uygun, yakışır.
mevcudat:
varlıklar, yaratıl-
mış şeylerin tamamı.
mezkûr:
adı geçen.
mu’ciznüma:
mu’cizeli, mu’ci-
ze gösteren.
muamele etmek:
davranmak.
muayyen:
belli, belirli; karar-
laştırılmış.
mu’cize-i sanat:
sanat mu’ci-
zesi.
muhit:
kuşatan, saran.
mukteza:
gereken, lâzım ge-
len, gerekli olan.
muntazam:
düzenli, tertipli.
müstahak:
hak eden, hak et-
miş.
müşevveş:
karışık, düzensiz,
dağınık.
mütereddit:
kararsız.
netice:
sonuç.
rahmet:
acıma, merhamet et-
me, esirgeme, bağışlama.
suret:
şekil, biçim.
sühulet:
kolaylık.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
şuunat:
fiiller, hâller, işler.
tasarruf etme:
mülkünü iste-
diği gibi kullanma, yönetme.
teşahhus verilme:
şahıs hâli-
ne girme, cisimlenme.
Zat:
büyüklük ve yücelik sa-
hibi olan Zat, Allah.
zîhayat:
hayat sahibi, canlı.
ziyade:
fazla, çok.