daimî bir zîhayat var ki, mütemadiyen cilve-i hayatı taze-
lendiriyor. nasıl ki güneşe karşı cereyan eden bir nehrin
yüzünde kabarcıklar parlar, gider. gelenler aynı parlama-
yı gösterip, taife taife arkasında parlayıp, sönüp gider.
Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle, yüksek, daimî bir gü-
neşin devamına delâlet ederler. öyle de, şu mevcudat-ı
seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebe-
leri, bir Hayy-ı Bâkî’nin beka ve devamına şahadet
ederler.
evet, şu mevcudat, âyinelerdir. Fakat zulmet nura âyi-
ne olduğu gibi, hem karanlık ne derece şiddetli ise o de-
rece nurun parlamasını gösterdiği gibi, çok cihetlerle zıd-
diyet noktasında âyinedarlık ederler. Meselâ, nasıl ki mev-
cudat acziyle kudret-i sânia âyinedarlık eder, fakrıyla gı-
nâsına âyinedar olur; öyle de, fenâsıyla bekasına âyine-
darlık eder.
evet, zeminin yüzü ve yüzündeki eşcarın kıştaki vazi-
yet-i fakirâneleri ve baharda şaşaapaş olan servet ve gınâ-
ları, gayet kat’î bir surette, bir kadîr-i Mutlak ve ganî-i
Alelıtlak’ın kudret ve rahmetine âyinedarlık eder. evet bü-
tün mevcudat, güya lisan-ı hâl ile, Veysel karanî gibi şöy-
le münacat ederler, derler ki:
“Yâ İlâhenâ!
RabbimizSensin
. Çünkü biz abdiz. nef-
simizin terbiyesinden âciziz. demek bizi terbiye eden sen-
sin.
“Hem
SensinHâlık
. Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz.
Mektubat | 407 |
Y
irminci
m
ekTup
kârca yaratan Cenab-ı Hakkın kud-
reti.
küllî:
umumî, bütün.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin duru-
şu ve görünüşü ile bir mana ifade
etmesi.
mahlûk:
yaratılmış.
mevcudat:
varlıklar.
mevcudat-ı seyyare:
bir yerde
durmayıp yer değiştiren varlıklar.
mevt:
ölüm.
münacat:
Allah’a dua etme, yal-
varma.
münavebe:
nöbetleşme, nöbetle
iş görme.
mütemadiyen:
sürekli olarak, de-
vamlı olarak.
nefis:
insanı maddî zevk ve istek-
lere sevk eden duygu.
nur:
aydınlık.
Rab:
yaratan, besleyen, büyüten,
yetiştiren, verdiği nimetlerle mah-
lûkatı ıslah ve terbiye eden Allah.
rahmet:
acıma, merhamet etme,
esirgeme.
servet:
zenginlik, varlık.
suret:
şekil, biçim.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
şaşaapaş:
parlaklık, canlılık ya-
yan.
taife taife:
grup grup.
terakki:
ilerleme, gelişme, yük-
selme.
terbiye:
belli bir amaca erişecek
şekilde geliştirme, olgunlaştırma.
tulû:
doğma, doğuş.
vaziyet:
durum, hâl.
vaziyet-i fakirâne:
fakirce durum.
zahir:
görünen.
zemin:
yer.
zıddiyet:
zıtlık, karşıtlık.
zîhayat:
hayat sahibi, canlı.
zulmet:
karanlık.
abd:
kul, köle.
âciz:
gücü yetmez, güçsüz.
acz:
zayıflık, güçsüzlük.
âyine:
ayna.
âyinedar:
ayna tutucu olma.
beka:
ebedîlik, sonsuzluk, de-
vamlılık.
cereyan:
bir tarafa doğru akış,
akım; geçiş, gidiş.
cihet:
yön.
cilve-i hayat:
hayat cilveleri,
görüntüleri.
cüz’î:
az, küçük, ferdî.
daimî:
sürekli, devamlı.
delâlet etme:
delil olma, gös-
terme.
ehl-i tefsir:
tefsir ve yorum
yapanlar, Kur’ân-ı Kerîm’in ma-
nasını açıklayanlar.
eşcar:
ağaçlar.
fakr:
fakirlik, yoksulluk.
fenâ:
yok olma, yokluk.
Ganî-i alelıtlak:
her cihetle
sonsuz zenginlik sahibi Allah.
gayet:
son derece, çok.
gınâ:
zenginlik.
gurup:
batma, batış.
güya:
sanki.
hafî:
gizli, saklı.
Hâlık:
her şeyi yoktan var
eden, yaratıcı; Allah.
haşiye:
dipnot.
Hayy-ı bâkî:
sonsuz, bâkî bir
hayatın sahibi olan Allah.
ihya:
canlandırma, diriltme.
İlâhenâ:
İlâhımız.
imate:
öldürme.
intikal:
geçme, ulaşma.
kadîr-i Mutlak:
hiç bir kayıt
ve şarta tâbi olmaksızın her
şeye gücü yeten sonsuz kud-
ret sahibi, Allah.
kat’î:
kesin, şüphesiz.
kudret:
güç, kuvvet.
kudret-i Sâni:
her şeyi sanat-