DOKUZUNCU KELİME
o
ô r
«n
ÿr
G p
?p
ón
«p
H
Yani, bütün hayrat onun elinde, bütün hase-
nat onun defterinde, bütün ihsanat onun hazinesinde-
dir. öyle ise, hayır isteyen ondan istemeli, iyilik arzu
eden ona yalvarmalı.
Şu kelimenin hakikatini kat’î bir surette göstermek için,
ilm-i İlâhînin hadsiz delillerinden bir geniş delilin emare-
lerine ve lem’alarına şöyle işaret eder ve deriz ki:
Şu kâinatta görünen ef’al ile tasarruf edip icat eden sâ-
niin, bir muhit ilmi var. Ve o ilim onun zatının hassa-i lâ-
zıme-i zaruriyesidir; infikâki muhaldir. nasıl ki güneşin za-
tı bulunup ziyası bulunmamak kabil değil; öyle de, binler
derece ondan ziyade kabil değildir ki, şu muntazam mev-
cudatı icat eden zatın ilmi, ondan infikâk etsin.
Şu ilm-i muhit, o zata lâzım olduğu gibi, taallûk cihe-
tiyle her şeye dahi lâzımdır. Yani, hiçbir şey ondan giz-
lenmesi kabil değildir. perdesiz, güneşe karşı zemin yü-
zündeki eşya, güneşi görmemesi kabil olmadığı gibi, o
Alîm-i zülcelâl’in nur-i ilmine karşı eşyanın gizlenmesi,
bin derece daha gayr-i kabildir, muhaldir. Çünkü, huzur
var. Yani, her şey daire-i nazarındadır ve mukabildir ve
daire-i şuhudundadır ve her şeye nüfuzu var. Şu camit gü-
neş, şu âciz insan, şu şuursuz röntgen şuaı gibi zînurlar,
hâdis, nakıs ve arızî oldukları hâlde, onların nurları,
mukabilindeki her şeyi görüp nüfuz ederlerse, elbette va-
cip ve muhit ve zatî olan nur-i ilm-i ezelîden hiçbir şey
Mektubat | 409 |
Y
irminci
m
ekTup
düzenli.
nakıs:
noksan, eksik, tam olma-
yan.
nur-i ilim:
ilmin nuru, aydınlığı.
nur-i ilm-i ezelî:
Allah’ın ezelî il-
minin nuru, ışığı.
nüfuz:
bir kimsenin emir ve hü-
kümlerinin işlemesi, geçerli olma-
sı; içe geçme, işleme.
röntgen:
gözle görülmeyen fakat
vücudun et kısmından geçerek fil-
me tesir eden, hastalıkların teşhi-
sinde kullanılan ışın, X ve gama
ışınları.
Sâni:
her şeyi sanatlı olarak yara-
tan Allah.
suret:
şekil, biçim.
şua:
ışın.
şuur:
tanıma ve kavrama gücü;
anlayış, idrak.
taallûk:
ilgili olma.
tasarruf etme:
mülkünü istediği
gibi kullanma.
vacip:
varlığı zorunlu olan.
Zat:
büyüklük ve yücelik sahibi
olan Zat, Allah; kendi.
zatı:
kendisi.
zatî:
zata ait, zatın kendisinden
olan.
zemin:
yer.
zînur:
nurlu.
ziya:
ışık.
ziyade:
fazla, çok.
âciz:
gücü yetmez, güçsüz.
alîm-i Zülcelâl:
celâl ve son-
suz ilim sahibi Allah.
arızî:
sonradan çıkan.
arzu:
istek, heves.
camit:
cansız.
cihet:
yön.
daire-i nazar:
bakış, görüş da-
iresi.
daire-i şuhut:
görüş dairesi.
ef’al:
fiiller, işler.
emare:
belirti, işaret.
gayrikabil:
mümkün olmayan,
imkânsız.
hâdis:
sonradan olan şey.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek.
hasenat:
güzellikler, iyilikler.
hassa-i lâzıme-i zaruriye:
bir
şeyde bulunması mutlaka ge-
rekli olan hususiyet, özellik,
nitelik.
hayır:
iyilik.
hayrat:
hayırlar, iyilikler.
huzur:
hazır olma, hazır bu-
lunma.
icat etme:
vücuda getirme,
yoktan var etme.
ihsanat:
iyilikler, bağışlar.
ilm-i İlâhî:
Allah’ın her şeyi
kuşatan ilmi.
ilm-i muhit:
her şeyi ihata
edici, kuşatıcı ilim.
infikâk:
ayrılma, ayrı düşme.
kabil:
olabilir, mümkün.
kâinat:
bütün âlemler, varlık-
lar.
kat’î:
kesin, şüphesiz.
lem’a:
parıltı.
mevcudat:
varlıklar.
muhal:
olması mümkün ol-
mayan.
muhit:
kuşatan, saran.
mukabil:
karşı, karşılık.
muntazam:
intizamlı, düzgün,