zerreler, yıldızlar birdir. küllî, cüz’î kadar kolaydır. Cüz,
küll kadar kıymetlidir. en büyük, en küçük kadar kudreti-
ne nispeten rahattır. küçük, büyük kadar sanatlıdır; bel-
ki sanatça, küçük büyükten daha büyüktür. Bütün mazi-
deki acaib-i kudreti olan vukuat şahadet eder ki, o ka-
dîr-i Mutlak, bütün istikbaldeki acaib-i imkânata mukte-
dirdir. dünü getiren, yarını getirdiği gibi, maziyi icat eden
o zat-ı kadîr, istikbali dahi icat eder. dünyayı yapan o
sâni-i Hakîm, ahireti de yapar. evet, Ma’bud-i Bilhak yal-
nız o kadîr-i zülcelâl olduğu gibi, Mahmûd-i Bilıtlak yine
yalnız odur. İbadet ona mahsus olduğu gibi, hamdüsena
dahi ona hastır.
Hiç mümkün müdür ki, semavat ve arzı halk eden bir
sâni-i Hakîm, semavat ve arzın en mühim neticesi ve kâ-
inatın en mükemmel meyvesi olan insanları başıboş bı-
raksın, esbap ve tesadüfe havale etsin, hikmet-i bâhiresi-
ni abesiyete kalbetsin? Hâşâ!
Hiç mümkün müdür ki, Hakîm, Alîm bir zat, bir ağacı
gayet ehemmiyetle tedbir ve tasvir edip ve gayet derece-
de hikmetle idare ve terbiye ettiği hâlde, o ağacın gaye-
si, faydası olan meyvelerine bakmayıp ehemmiyet ver-
mesin; hırsız ellere, boş yerlere dağılsın, zayi olsun? el-
bette bakmamak, ehemmiyet vermemek olamaz. Çünkü
ağaca ehemmiyet vermek, meyveleri içindir. İşte, şu kâ-
inatın zîşuuru ve en mükemmel meyvesi ve neticesi ve
gayesi, insandır. Şu kâinatın sâni-i Hakîm’i, mümkün
müdür ki, şu zîşuur meyvelerin meyveleri olan hamd ve
abesiyet:
faydasız ve boş olma.
acaib-i imkânat:
gerçekleşmesi
mümkün olan şaşırtıcı şeyler, iş-
ler, durumlar.
acaib-i kudret:
İlâhî kudretin in-
sanı hayrette bırakan harika işle-
ri.
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
alîm:
her şeyi hakkıyla bilen Al-
lah.
arz:
yer, dünya.
cüz’î:
en küçük.
ehemmiyet:
önem.
esbap:
sebepler.
faide:
fayda.
gaye:
maksat, hedef.
gayet:
son derece.
Hakîm:
her şeyi bir maksatla uy-
gun ve hikmetle yaratan, hikmet
sahibi Allah.
halk etme:
yaratma.
hamd:
methetme, övme.
hamdüsena:
şükür ve övgü.
has:
hususî, özel.
hâşâ:
asla, hiçbir zaman.
havale etme:
bir işi veya bir şeyi
başka birine bırakma.
hikmet:
her şeyin belirli gayelere
yönelik olarak, manalı, faydalı ve
tam yerli yerinde olması.
hikmet-i bâhire:
geniş ve büyük
hikmet.
ibadet:
kulluk.
icat:
vücuda getirme, yoktan ya-
ratma.
idare etme:
yönetme; çekip çe-
virme.
istikbal:
gelecek.
kadîr-i Mutlak:
hiç bir kayıt ve
şarta tâbi olmaksızın her şeye gü-
cü yeten sonsuz kudret sahibi, Al-
lah.
Y
irminci
m
ekTup
| 400 | Mektubat
kadîr-i Zülcelâl:
sonsuz bü-
yüklük, haşmet, izzet ve kud-
ret sahibi, Allah.
kâinat:
bütün âlemler, varlık-
lar.
kalbetmek:
dönüştürmek, de-
ğiştirmek.
kudret:
güç, kuvvet.
küllî:
bütünü, hepsi; büyük,
çok.
Ma’bud-i bilhak:
asıl ibadet
edilecek, hakkıyla ibadete lâ-
yık olan Allah.
Mahmûd-i bilıtlak:
sınırsız ola-
rak ve her zaman övülmeye
ve hamde lâyık olan Cenab-ı
Allah.
mahsus:
bir şeye veya kişiye
has olan; lâyık.
mazi:
geçmiş zaman.
muktedir:
gücü yeten.
mühim:
önemli.
netice:
sonuç.
nispeten:
nispetle, oranla, gö-
re.
Sâni-i Hakîm:
her şeyi sanat-
la ve hikmetle yaratan Allah.
semavat:
gökler.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
tasvir:
şekil ve suret verme.
tedbir:
idare etme, çekip çe-
virme.
terbiye:
besleme, büyütme,
yetiştirme.
tesadüf:
rastlantı.
vukuat:
hâdiseler, olaylar.
Zat:
sonsuz büyüklük ve yü-
celik sahibi Zat, Allah.
Zat-ı kadîr:
her şeye gücü ye-
ten Zat; kudret sahibi Allah.
zayi:
elden çıkmış, yitik.
zerre:
maddenin en küçük
parçası; atom ve atom altı
parçacıklar.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.