hikmetli taayyün ve temeyyüzleri delâlet eder ki, onların
sâni-i Vahid’i, Fail-i Muhtar’dır ve iradelidir; istediğini ya-
par, istemediğini yapmaz, kasıt ve irade ile işler.
Madem ilm-i İlâhiye ve irade-i rabbaniyeye mevcudat
adedince, belki mevcudatın şuunatı adedince delâlet ve
şahadet vardır; elbette bir kısım feylesofların irade-i İlâhi-
yeyi nefiy ve bir kısım ehl-i bid’atın kaderi inkâr ve bir kı-
sım ehl-i dalâletin cüz’iyata adem-i ıttılâını iddia etmeleri
ve tabiiyyunun bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnat
etmeleri, mevcudat adedince muzaaf bir yalancılıktır ve
mevcudatın şuunatı adedince muzaaf bir dalâlet divaneli-
ğidir. Çünkü, hadsiz şahadet-i sadıkayı tekzip eden, had-
siz bir yalancılık işlemiş olur.
İşte, meşiet-i İlâhiye ile vücuda gelen işlerde, “inşaal-
lah, inşaallah” yerinde, bilerek “tabiî, tabiî” demek ne ka-
dar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et.
ONUNCU KELİME
l
ôj/
ón
b m
Ar
?n
T p
q
?o
c '
¤n
Y n
ƒo
gn
h
Yani, hiçbir şey ona ağır gelemez.
daire-i imkânda ne kadar eşya var; o eşyaya gayet kolay
vücut giydirebilir. Ve o derece ona kolay ve rahattır ki,
(1)
ï=dG ...É k
Ä r
«°n
T n
OGn
Qn
G B Gn
P p
G = o
? o
ô r
en
G BÉ n
ªs
f p
G
sırrıyla, güya yalnız emre-
der; yapılır.
nasıl ki gayet mahir bir sanatkâr, ziyade kolay bir tarz-
da, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler.
Ve o sür’at ve mahareti ifade için denilir ki, “o iş ve
adem-i ıttılâ:
bilmeme, tanıma-
ma.
cüz’iyat:
ehemmiyetsiz, değersiz,
ufak tefek şeyler.
daire-i imkân:
imkân âlemi; kâ-
inat.
dalâlet:
doğru yoldan ayrılma, ba-
tıla yönelme; iman ve İslâmiyet-
ten ayrılma.
delâlet:
delil olma, işaret etme.
divanelik:
delilik, akılsızlık.
ehl-i bid’at:
dinin aslında olmadı-
ğı hâlde, sonradan çıkarılan zararlı
şeyleri dine mal etmeye çalışan-
lar.
ehl-i dalâlet:
yoldan çıkanlar, ;
iman ve İslâmdan çıkmış olanlar.
esbap:
sebepler.
Fail-i Muhtar:
kendi istek ve ira-
desiyle iş gören, kendi arzusuyla
faaliyette bulunan, Allah.
feylesof:
felsefe ile uğraşan, filo-
zof.
gayet:
son derece.
güya:
sanki.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hikmet:
her şeyin belirli gayelere
yönelik olarak, manalı, faydalı ve
yerli yerinde olması.
iddia:
bir fikri ısrarla savunma.
ifade:
anlatma.
ilm-i İlâhiye:
Allah’ın her şeyi ku-
şatan sonsuz ilmi.
inkâr:
reddetme, kabul etmeme.
inşaallah:
Allah isterse, Allah di-
lerse.
irade:
dileme, karar verebilme ve
bu kararı yerine getirme gücü.
irade-i İlâhiye:
Allah’ın iradesi, di-
lemesi.
irade-i Rabbaniye:
bütün varlık-
ları terbiye eden, idaresi ve hâki-
miyeti altında bulunduran Allah’ın
iradesi, dilemesi.
isnat etme:
dayandırma.
kader:
Cenab-ı Hakkın ezelî ilmi
ile, kâinatta olmuş ve olacak bü-
tün şeylerin varlık ve yokluğunu,
geçmiş ve geleceğini bilmesi, tak-
dir ve tayin etmesi.
kasıt:
bir işi bile bile yapmak;
isteyerek, amaç, hedef.
kıyas etme:
karşılaştırma,
oranlama.
maharet:
ustalık, beceriklilik.
mahir:
maharetli, becerikli.
meşiet-i İlâhiye:
Allah’ın var-
lıklar üzerindeki iradesi.
mevcudat:
varlıklar.
muhalif-i hakikat:
gerçeğe
aykırı.
muzaaf:
kat kat.
nefiy:
inkâr, reddetme.
sanatkâr:
sanatla uğraşan, us-
ta.
Sâni-i Vahid:
bir olan ve her
şeyi sanatla yaratan Allah.
sür’at:
hız.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
şahadet-i sadıka:
doğru şa-
hitlik.
şuunat:
hâller, işler, fiiller.
taayyün:
belirlenme, belli ol-
ma.
tabiat:
yaratılmış olan şeyle-
rin tamamı; âlem ve içindeki-
ler, maddî âlem, doğa.
tabiî:
doğal.
tabiiyyun:
tabiatçılar, mater-
yalistler.
tarz:
şekil, biçim.
tekzip:
yalanlama.
temeyyüz:
benzerlerinden
farklı olma, seçilme.
vücut:
beden; varlık.
ziyade:
çok, fazla.
Y
irminci
m
ekTup
| 414 | Mektubat
1.
Bir şeyin olmasını murat ettiği zaman… ilâahir. (Yâsin Suresi: 82.)