vakitte ince hilâl şeklinde süreyya menziline girdiği va-
kit, hurma ağacının eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve sü-
reyya bir salkım suretini gösterdiğinden, o yeşil sema
perdesi arkasında, hayale nuranî büyük bir ağacın vücu-
dunu tahayyül ettirir. güya, o ağaçtan bir dalının bir siv-
ri ucu o perdeyi delmiş, bir salkımıyla beraber başını çı-
karmış, süreyya ve hilâl olmuş; ve sair yıldızlar da o gay-
bî ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder. İşte,
(1)
p
Ë/
ón
? r
dG p
¿ƒo
Lr
ôo
© r
dÉn
c
teşbihinin letafetini, belâgatini gör.
sonra,
(2)
Én
¡p
Ñp
cÉn
æn
e? /
a Gƒo
°ûr
eÉn
a k
’ƒo
dn
P ¢n
Vr
Qn
’r
G o
ºo
µ`n
d n
?n
©n
L…/
òs
dG n
ƒo
g
ayeti hatırıma geldi ki, zemin musahhar bir sefine, bir
merkûb olduğunu işaret ediyor. o işaretten, kendimi
feza-i kâinatta sür’atle seyahat eden pek büyük bir
geminin yüksek bir mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi
bir merkûba binildiği zaman, kıraati sünnet
(3)
olan
(4)
n
Ú/
fp
ôr
?o
e o
¬n
d És
æ`o
c Én
en
h Gn
ò'
g Én
æn
d n
ö s
în
°S …/
òs
dG n
¿Én
ër
Ñ°o
S
ayetini oku-
dum.
Hem gördüm ki, küre-i arz, şu hareketle, sinema lev-
halarını gösteren bir makine vaziyetini aldı, bütün sema-
vatı harekete getirdi, bütün yıldızları muhteşem bir ordu
gibi sevke başladı. öyle şirin ve yüksek manzaraları gös-
terdi ki, ehl-i fikri mest ve hayran eder. “Fesübhanallah,”
dedim. “ne kadar az bir masrafla ne kadar çok ve büyük
ve garip ve acip, âlî ve galî işler görülüyor!” Bu nokta-
dan, iki nükte-i imaniye hatıra geldi.
acip:
şaşılan ve hayret uyandıran
şey.
âlî:
yüce, yüksek.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
belâgat:
sözün düzgün, kusursuz,
yerinde, hâlin ve makamın icabı-
na göre söylenmesi.
ehl-i fikir:
tefekkür sahipleri, dü-
şünmeye önem verenler.
fesübhanallah:
“Allah bütün nok-
sanlıklardan münezzehtir,” anla-
mında olup hayret ifadesidir.
feza-i kâinat:
uzay.
galî:
değerinden çok pahalı olan.
garip:
şaşılacak, bambaşka.
gaybî:
göze görünmeyenlere ait.
güya:
sanki.
hatır:
zihin, fikir, hafıza.
hayal:
insanın zihninde tasarla-
yıp, canlandırdığı şey
hayran etmek:
şaşırtmak, hay-
rette bırakmak.
hilâl:
yeni ay.
hurma:
hurma ağacının meyvesi,
hurma ağacı.
kıraat:
okuma.
kusur:
noksan, özür.
küre-i arz:
dünya, yer küre.
letafet:
lâtiflik, hoşluk.
levha:
manzara, görüntü, perde.
manzara:
bakılıp seyredilen yer.
masraf:
harcama.
menzil:
yer, durak.
merkûb:
üzerine binilmiş, binek.
mest:
keyifle kendinden geçme.
mevki:
yer, makam.
muhteşem:
görkemli, debdebeli.
musahhar:
boyun eğen, emir al-
tına giren.
münezzeh:
tenzih edilmiş, uzak.
noksan:
eksiklik.
nuranî:
nurlu.
nükte-i imaniye:
ince ve mani-
dar imanî husus.
perde:
örtü.
rızık:
yiyecek, içecek şey, İlâhî ni-
metler.
sair:
diğer, başka.
salkım:
ana saptan çıkan yan çi-
çeklerin, sapları hep aynı uzun-
lukta olan çiçek durumu.
sefine:
gemi.
sema:
gök.
semavat:
gökler.
sevk:
önüne katıp sürme.
seyahat:
yolculuk.
suret:
biçim, görünüş.
sünnet:
Hz. Peygamberin
yaptığı ve Müslümanların da
yapmayı âdet edindiği iba-
detler.
sür’atle:
hızla.
Süreyya:
Ülker Yıldızı, Pervin.
tahayyül:
hayale getirme.
telkin:
fikir aşılama.
teşbih:
benzetme.
vaziyet:
durum, hâl.
vücut:
varlık.
Zat:
azamet ve ululuk sahibi
Allah.
zemin:
yer, dünya.
Ü
çÜncÜ
m
ekTup
| 32 | Mektubat
1.
Kurumuş hurma dalının ince yay hâli gibi. (Yâsin Suresi: 39.)
2.
Üzerinde gezin Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye yeryüzünü sizin emrinize veren Odur. (Mülk
Suresi: 15.)
3.
Müslim, Hac: 425; EbuDavud, Cihad: 72,74; Tirmizî, Daavat: 46.
4.
Her türlü kusur ve noksandan münezzeh olan o Allah ki, bunu bizim hizmetimize verdi.
Yoksa biz buna güç yetiremezdik. (Zuhruf Suresi: 13.)