nakş-ı sanatta mekiklik hizmetini ifadan sonra yine dö-
nüp, sultanları olan güneşin şaşaalı dairesine girip gizle-
niyorlar. Şimdi şu
hunnes,künnes
tabir edilen seyyare-
lerle şu zeminimizi kâinat fezasında birer gemi, birer tay-
yare suretinde kemal-i intizamla döndüren ve seyrüseya-
hat ettiren zatın haşmet-i rububiyetini ve şaşaa-i salta-
nat-ı ulûhiyetini güneş gibi parlaklığıyla gösteriyorlar.
Bak bir saltanatın haşmetine ki, gemileri ve tayyarele-
ri içinde öyleleri var ki, bin defa küre-i arz kadar bir cesa-
mette ve bir saniyede sekiz saat mesafeyi kateden sür’at-
tedir. İşte, böyle bir sultana ubudiyet ve imanla intisap
etmek ve şu dünyada ona misafir olmak, ne kadar âlî bir
saadet, ne derece büyük bir şeref olduğunu kıyas et.
sonra kamere baktım,
(1)
p
Ë /
ón
?r
dG p
¿ƒo
Lr
ôo
©r
dÉn
c n
OÉn
Y »
s
à`n
M n
?p
RÉn
æn
e o
?Én
fr
Qs
ón
b n
ôn
ªn
? r
dGn
h
ayetinin
gayet parlak bir nur-i i’cazı ifade ettiğini gördüm. evet,
kamerin takdiri ve tedviri ve tedbir ve tenviri ve zemine
ve güneşe karşı gayet dakik bir hesapla vaziyetleri o ka-
dar hayretfeza, o derece harikadır ki, “onu öyle tanzim
eden ve takdir eden bir kadîr’e hiçbir şey ağır gelmez;
onu öyle yapan her şeyi yapabilir” fikrini, temaşa eden
her bir zîşuura ders verir.
Hem öyle bir tarzda güneşi takip ediyor ki, bir saniye
kadar yolunu şaşırmıyor, zerre kadar vazifesinden geri
kalmıyor. dikkatle bakana
(2)
o
?ƒo
?o
© r
dG p
¬p
©r
æ°o
U? /
a n
Òs
`n
ën
J r
øn
e n
¿Én
ërÑ°oS
dedirtiyor. Hususan Mayıs’ın ahirinde olduğu gibi, bazı
Mektubat | 31 |
Ü
çÜncÜ
m
ekTup
kamer:
ay.
katetme:
yol alma.
kemal-i intizam:
tam ve eksiksiz
düzen.
kıyas:
karşılaştırma.
küre-i arz:
dünya, yer küre.
mekik:
nakış yapmada kullanılan
alet.
menzil:
yer, durak.
mesafe:
uzaklık, ara.
misafir:
konuk.
nakş-ı sanat:
sanat süsü.
nur-i i’caz:
mu’cizenin aydınlığı,
nuru, mu’cizelik nuru.
saadet:
mutluluk.
saltanat:
hâkimiyet, otorite.
seyrüseyahat:
gezip dolaşma,
hareket etme ve yolculuk yap-
ma.
seyyare:
gezegen, yıldız.
sultan:
hükümdar.
suret:
biçim, görünüş.
sür’at:
çabukluk, hız.
şaşaa-i saltanat-ı ulûhiyet:
Ce-
nab-ı Hakkın, şaşaalı saltanatının
büyüklüğü, gösterişliliği.
şaşaalı:
parlak.
şeref:
onur.
tabir:
ifade.
takdir:
Allah’ın ilmiyle belli bir
düzen verilmesi; ölçme, biçme;
ölçülü hareket.
tanzim:
düzenleme, tertipleme.
tarz:
biçim, suret.
tayyare:
uçak.
tedvir:
çevrilme, döndürülme.
temaşa:
hayretle ve dikkatle
bakma.
tenvir:
nurlandırma.
ubudiyet:
kulluk.
vazife:
görev.
vaziyet:
durum, hâl.
yay:
çember, daire parçası; ok at-
mada kullanılan eğilmiş ağaç ve-
ya metal parça.
Zat:
azamet ve ululuk sahibi Al-
lah.
zemin:
yeryüzü.
zerre:
en küçük parça.
zîşuur:
akıl, şuur sahibi.
ahir:
son.
âlî:
yüce, yüksek.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümle-
si.
cesamet:
büyüklük, irilik.
dakik:
dikkatli, ölçülü.
feza:
ucu bucağı bulunmayan
boşluk, uzay.
gayet:
son derece.
harika:
olağanüstü.
haşmet:
ihtişam, heybet.
haşmet-i rububiyet:
rablığın,
idare ve terbiye ediciliğin
haşmeti.
hayretfeza:
hayreti arttırıcı.
hunnes künnes:
takım yıldız-
lar, gündüz gizlenen gece gö-
rünen seyyar yıldızlar.
hurma:
hurma ağacının mey-
vesi, hurma ağacı.
hususan:
bilhassa, özellikle.
ifa:
yerine getirme.
ifade:
anlatma.
iman:
inanma, itikat.
intisap:
mensup olma, bağ-
lanma.
kadîr:
kudret sahibi olan ve
her şeye gücü yeten Allah.
kâinat:
bütün âlemler, varlık-
lar.
1.
Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay hâlini
alıncaya kadar incelir. (Yâsin Suresi: 39.)
2.
Sanatında akılları hayrete düşüren Zat her türlü kusur ve noksandan münezzehtir.