ise, suret-i zahiriyle mümteziç olduğundan, o ruhun ke-
mali ve o vücudun yüksekliği, bu cilveleri böyle gösterir,
her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhar eder,
hakikî ihtiyârıyla bir icat değil, belki bir cilvedir, bir teza-
hürdür.”
diğer adam der ki: “Bu mizanlı ve nizamlı gayet sa-
natkârâne nakışlar, kat’î bir surette bir irade ve ihtiyâr ve
kasıt ve meşiet iktiza eder. İradesiz bir cilve, ihtiyârsız bir
tezahür olamaz.
“evet, tavusun mahiyeti güzel ve yüksektir; fakat,
onun mahiyeti, fail olamaz. Belki münfaildir; faili ile hiç-
bir cihetle ittihat edemez. ruhu güzel ve âlîdir; fakat,
mucit ve mutasarrıf değil, belki ancak mazhar ve medar-
dır. Çünkü, her bir tüyünde, bilbedahe nihayetsiz bir hik-
metle bir sanat ve nihayetsiz bir kudretle bir nakş-ı ziy-
net görünüyor. Bu ise, iradesiz, ihtiyârsız olamaz. Bu ke-
mal-i kudret içinde kemal-i hikmeti ve kemal-i hikmet
içinde kemal-i rububiyeti ve merhameti gösteren sanat-
lar, cilve milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip,
içinde olamaz, onunla ittihat edemez. Belki yalnız o def-
ter o kâtibin yazı kaleminin ucu ile teması var, öyle ise o
kâinat denilen misali tavusun harikulâde ziynetleri, tavus
Hâlıkının yaldızlı bir mektubudur.”
İşte şimdi tavusa bak; o mektubu oku, kâtibe “Maşaal-
lah, tebarekâllah, sübhanallah” de. Mektubu kâtip zan-
neden veya kâtibi mektup içinde tahayyül eden veya
mektubu hayal tevehhüm eden, elbette aklını aşk perde-
sinde saklamış, hakikatin hakikî suretini görmemiş.
âlî:
yüce, yüksek.
bilbedahe:
açıklıkla, meydanda
olarak, besbelli.
cihet:
yön, taraf.
cilve:
görünme, akis, yansıma.
fail:
bir işi yapan.
hakikat:
gerçek.
hakikî:
gerçek; geçeğe ait, doğru.
Hâlık:
“yaratıcı, her şeyi yoktan
yaratan” anlamında Allah’ın bir
ismi.
harikulâde:
olağanüstü, şaşırtıcı
derecede.
hikmet:
yaratılıştaki İlâhî gaye,
ilim; güzellik, faydalılık.
hüsün:
güzel.
icat:
vücuda getirme, yoktan ya-
ratma.
ihtiyâr:
irade, kendi isteğiyle seç-
me ve hareket etme, isteme.
ihtiyârsız:
elinde olmadan.
iktiza etme:
gerekme, gerektir-
me, icap etme.
irade:
isteme, bir şeyi yapmak
veya yapmamak için olan iktidar,
güç.
iradesiz:
irade dışı, isteksiz.
ittihat etme:
aynı noktada bir-
leşme.
izhar etme:
ortaya koyma, açığa
çıkarma; gösterme.
kâinat:
var olan her şey, bütün
varlıklar, evren.
kasıt:
bir işi bile bile yapmak, is-
teyerek, niyet ederek.
kat’î:
kesin.
kâtip:
yazan, yazıcı.
kemal:
olgunluk, mükemmellik.
kemal-i hikmet:
tam ve eksiksiz
hikmet, şaşmaz bir hikmet ve ga-
ye.
kemal-i kudret:
kudretin mü-
kemmelliği.
kemal-i rububiyet:
Cenab-ı Hak-
kın yaratıklarını terbiye edicilik
ve besleyip gözeticilik vasfının
mükemmelliği.
kudret:
güç, kuvvet, Cenab-ı Hak-
kın bütün kâinata hükmeden
ezelî ve ebedî kudsî gücü.
mahiyet:
bir şeyin aslı, iç yüzü.
maşaallah:
Allah’ın istediği gibi
(Allah korusun, Allah saklasın me-
alinde duadır.)
mazhar:
nail olma; ortaya çıkma
ve görünme yeri.
medar:
sebep, araç, vesile.
merhamet:
acımak, şefkat gös-
o
n
S
ekizinci
m
ekTup
| 146 | Mektubat
termek; korumak, iyilik et-
mek.
meşiet:
dilemek, irade, mu-
rat, istek.
misalî:
örneğe benzer, örnek
olarak görülen.
mizanlı:
ölçülü, dengeli.
mucit:
icat eden, yoktan var
eden.
mutasarrıf:
tasarruf hakkı,
kullanma hakkı ve yetkisi
olan, bir malın sahibi.
mümteziç:
imtizaç eden,
kaynaşıp uyuşan.
münfail:
yapılan iş.
nakış:
işleme, süsleme.
nakş-ı ziynet:
süslü nakış, iş-
leme.
nihayetsiz:
sonsuz.
nizam:
düzen, ölçüler, pren-
sip; usul ve esaslardaki
uyumluluk.
sanatkârâne:
sanatlı bir şe-
kilde.
suret:
şekil, görünüş, yön.
suret-i zahirî:
görünürdeki
şekil, tarz.
sübhanallah:
“Allah her türlü
eksiklikten uzak ve bütün üs-
tün sıfatlara sahiptir” demek;
tesbih etmek.
tahayyül etme:
hayale getir-
me, hayalde canlandırma.
tavus:
çok süslü bir kuş.
tebârekâllah:
Allah mübarek
etsin maşaallah dua için oku-
nan bir kelâm.
temas:
değmek, dokunma.
tevehhüm etme:
vehmetme
var zannetme.
tezahür:
görünme, belirme,
ortaya çıkma.
yaldızlı:
cilâlı, parlak, süslü.
zan:
zannetme, sanma.
ziynet:
süs.