Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuş-
masını bilenlerle konuşacak.
Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en
cemiyetli ve şuuru külli olan insan nev’i ile konuşacaktır.
Madem insan nev’i ile konuşacak; elbette insanlar için-
de kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.
Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı
ulvî ve nev-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacak-
tır; elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidat-
ta ve en âlî ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktida et-
miş ve nısf-ı arz onun hükm-i manevîsi altına girmiş ve
istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışık-
lanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadi-
yen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-i
rahmet ve saadet edip, ona medih ve muhabbet etmiş
olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak
ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i
beşere rehber yapacak ve yapmıştır.
İkinci Nükteli İşaret
resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-i nübüv-
vet etmiş; kur’ân-ı Azîmüşşan gibi bir fermanı göstermiş
ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu’cizat-ı bâhireyi
göstermiştir.
(1)
o mu’cizat, heyet-i mecmuasıyla, dava-i
nübüvvetin vukuu kadar vücutları kat’îdir. kur’ân-ı Ha-
kîm’in çok yerlerinde en muannit kâfirlerden naklettiği
aleyhissalâtü vesselâm:
salât ve
selâm onun üzerine olsun.
âlî:
yüce, yüksek.
beşer:
insan, insanlık.
cemiyetli:
pek çok manaları ve
hakikatleri kendinde toplayan; bir
çok şeyle alâkalı olan.
dava-i nübüvvet:
peygamberlik
davası; peygamber olduğunu ilân
etme.
dua-i rahmet ve saadet:
mutlu-
luk ve rahmet duası.
ehl-i iman:
inananlar, iman sa-
hipleri.
ehl-i tahkik:
gerçeği araştıranlar,
hakikatleri delilleriyle bilen âlim-
ler.
ferman:
emir, buyruk.
heyet-i mecmua:
hepsi birden,
tamamı; bir şeyin bütününün gös-
terdiği hâl ve manzara.
hums:
beşte bir.
hükm-i manevî:
manevî hüküm,
hâkimiyet.
iddia-i nübüvvet:
peygamberlik
iddiası.
iktida etmek:
tâbi olmak, uymak.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
istikbal:
gelecek, gelecek zaman.
ittifak:
birleşme; fikir birliği, söz
birliği.
kabil-i hitap:
hitaba lâyık, kendi-
siyle konuşulabilir, söz anlar.
kâfir:
Allah’ı ve İslâmiyeti inkâr
eden, dinsiz.
kat’î:
kesin, şüphesiz.
kur’ân-ı azîmüşşan:
şan ve şerefi
yüce olan Kur’ân.
kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve su-
resinde sayısız hikmet ve fayda-
lar bulunan Kur’ân.
külli:
umumî, büyük, geniş.
medih etmek:
övmek.
mu’cizat:
mu’cizeler; Allah tara-
fından verilip, yalnız peygamber-
lerin gösterebilecekleri büyük ha-
rika işler.
mu’cizat-ı bâhire:
apaçık mu’ci-
zeler.
muannit:
inatçı, inanmamakta di-
renen.
muhabbet etmek:
sevmek.
mukteda:
kendisine uyulan
(imam, reis vb.)
mütemadiyen:
sürekli olarak.
nakletmek:
aktarmak, anlat-
mak, söylemek.
nev:
tür, çeşit, cins.
nev-i beşer:
insanlar; insan
türü, insanlık.
nısf-ı arz:
dünyanın yarısı.
nur:
aydınlık, ışık.
nuranî:
nurlu, parlak, ışık sa-
çan.
nükte:
ince mana, ancak dik-
kat edildiğinde anlaşılan ince
söz ve mana.
rehber:
yol gösteren, kılavuz,
delil.
resul:
peygamber, elçi.
Resul-i ekrem:
çok cömert,
kerim ve Allah’ın insanlara bir
elçisi olan Hz. Muhammed.
sair:
diğer, öteki.
şuur:
bir şeyi anlama, tanıma
ve kavrama gücü; anlayış, id-
rak.
tecdid-i biat:
söz ve bağlılığı
yenileme.
ulvî:
yüksek, yüce.
vuku:
olma, meydana gelme,
ortaya çıkma.
vücut:
varlık, var olma.
zîfikir:
fikir, düşünce sahibi.
zîşuur:
şuur sahibi, şuurlu.
ziya:
ışık.
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
| 154 | Mektubat
1.
Askalanî, Fethu'l-Bârî, 6:454; Nevevî, ŞerhuSahih-iMüslim, 1:2.