Mektubat - page 162

tevatür iki kısımdır:
(HaşİYe)
Biri
sarihtevatür
, biri
ma-
nevîtevatür’
dür.
Manevîtevatür
de iki kısımdır:
Biri
sükûtîdir; yani, sükûtla kabul gösterilmiş. Meselâ,
bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir
hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzip etmezse, sükût
ile mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan, haber
verdiği hâdisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem ten-
kide müheyya ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin
görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hâdisenin
vukuuna kuvvetli delâlet eder.
İkincikısımtevatür-imanevî
şudur ki: Bir hâdisenin vu-
kuuna, meselâ “Bir kıyye taam, iki yüz adamı tok etmiş”
denilse, fakat onu haber verenler ayrı ayrı surette haber
veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka
bir şekilde beyan eder; fakat umumen aynı hâdisenin vu-
kuuna müttefiktirler. İşte, mutlak hâdisenin vukuu, müte-
vatir-i bilmanadır, kat’îdir. İhtilâf-ı suret ise zarar vermez.
Hem bazen olur ki, haber-i vahit, bazı şerait dahilinde
tevatür gibi kat’iyeti ifade eder. Hem bazen olur ki, ha-
ber-i vahit, haricî emarelerle kat’iyeti ifade eder.
İşte, resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan bize
naklolunan mu’cizatı ve delâil-i nübüvveti, kısm-ı azamı
HaşİYe:
Şu risalede tevatür lâfzı, türkçe “şayia” manasındaki tevatür
değil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardır.
alâkadar:
alâkalı, ilgili.
aleyhissalâtü vesselâm:
salât ve
selâm onun üzerine olsun.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
cemaat:
topluluk.
dahilinde:
içinde.
delâil-i nübüvvet:
Peygamber
Efendimizin (
ASM
) peygamberlik de-
lilleri.
delâlet etme:
delil olma, göster-
me, işaret etme.
emare:
belirti, işaret.
haber-i vahit:
bir kaynaktan gel-
mekle beraber meşhur olan ha-
dis; bir tek kişinin haber vermesi.
hâdise:
vakıa, olay.
haricî:
dışında, dışarıya ait.
haşiye:
dipnot, açıklayıcı yazı.
hususan:
bilhassa, özellikle.
ihbar:
haber verme, bildirme.
ihtilâf-ı suret:
görünüşteki ayrı-
lıklar, şekil farklılığı.
ihtimal:
olabilirlik.
kat’î:
kesin, şüphesiz.
kat’iyet:
kesinlik.
kısm-ı azam:
büyük kısım, ço-
ğunluk.
kıyye:
okka, eskiden kullanılan
ve 1283 grama karşılık gelen bir
ağırlık ölçüsü.
lâfız:
söz, kelime.
manevî tevatür:
bir topluluğa ait
olayın o topluluğa ait birisi tara-
fından nakledilmesi ve bu naklin
topluluğun diğer fertleri tarafın-
dan yalanlanmamış olması, söy-
leyenin doğruluğunun, diğerleri-
nin susması şeklinde tasdik edil-
miş olması.
meselâ:
misal olarak, örneğin, söz
gelişi.
mu’cizat:
mu’cizeler; Allah tara-
fından verilip, yalnız peygamber-
lerin gösterebilecekleri büyük ha-
rika işler.
mukabele etmek:
karşılık ver-
mek, karşılamak.
mutlak:
kayıtsız, şartsız.
müheyya:
hazır.
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
| 162 | Mektubat
mütevatir-i bilmana:
nakle-
dilen bir haberin, başka ifade
ve kelimelerle başka başka
şekilde ifade edilerek tevatür
hâlinde gelmesi.
müttefik:
ittifak eden, birle-
şen, birleşmiş.
nakil:
aktarma, anlatma.
nazar:
bakma, bakış.
Resul-i ekrem:
çok cömert,
kerim ve Allah’ın insanlara bir
elçisi olan Hz. Muhammed.
risale:
belirli bir konuda yazı-
lan küçük kitap.
sarih:
açık ve net olan.
suret:
şekil, biçim, tarz.
sükût:
susma, konuşmama,
söz söylememe.
sükûtî:
susarak kabullenme.
şayia:
yayılmış haber, yaygın
olan söylenti.
şerait:
şartlar.
taam:
yemek, yiyecek.
tekzip etmek:
yalanlamak.
tenkit:
eleştirme, eleştiri.
tevatür:
bir hadis-i şerifin, ya-
lan söylemelerini aklın kabul-
lenemeyeceği kadar sayı ve
sağlamlıktaki bir topluluk ta-
rafından rivayet edilmesi.
tevatür-i manevî:
bir toplu-
luğa ait olayın o topluluğa ait
birisi tarafından nakledilmesi
ve bu naklin topluluğun diğer
fertleri tarafından yalanlanma-
mış olması, söyleyenin doğ-
ruluğunun, diğerlerinin susma-
sı şeklinde tasdik edilmiş ol-
ması.
umumen:
hepsi, bütünüyle.
vuku:
meydana gelme, olma,
oluş.
yakîn:
kesin, şüphesiz olarak
bilme; doğruluğundan şüphe
edilmeyen bilgi.
1...,152,153,154,155,156,157,158,159,160,161 163,164,165,166,167,168,169,170,171,172,...1086
Powered by FlippingBook