onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et. odur ki, muh-
taç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senin
takatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. senin
şu hayatının gayesi, neticesi, o Malik’in esmasına ve şu-
unatına bir mazhariyettir. sana bir musibet geldiği vakit,
de:
(1)
n
¿ƒo
©p
LGn
Q p
¬r
«n
dp
G B É s
fp
Gn
h ! És
fp
G
Yani, “Ben Malik’imin hizme-
tindeyim, ey musibet! eğer onun izin ve rızasıyla geldin-
se, merhaba, safa geldin. Çünkü, elbette bir vakit ona
döneceğiz ve onun huzuruna gideceğiz ve ona müşta-
kız. Madem her hâlde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden
azat edecektir; haydi, ey musibet, o terhis ve o azat et-
mek senin elinle olsun, razıyım. eğer benim emanet mu-
hafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana
emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve
rızası olmazsa, benim takatim yettikçe, emin olmayana,
Malik’imin emanetini teslim etmem” der.
İşte, binden bir numune olarak, deha-i felsefînin ve
hüda-i kur’ânînin verdikleri derslerin derecelerine bak.
evet, iki tarafın hakikat-i hâli, sabıkan beyan edilen tarz-
la gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların derecele-
ri mütefavittir, gafletin mertebeleri muhteliftir. Herkes
her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çün-
kü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir de-
recede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i
medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin
tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren
mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. ecnebile-
rin tağutlarıyla ve fünun-i tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere
amel:
fiil, iş.
azat:
serbest bırakma.
beyan:
anlatma, izah.
cenaze:
ölü.
dalâlet:
doğru yoldan ayrılma, az-
ma.
deha-i felsefî:
felsefî kuvvet, fel-
sefeyle ilgili deha.
ecnebi:
yabancı.
ehl-i medeniyet:
şehirliler, uygar,
görgülü, kibar ve nazik insanlar.
elem:
dert, üzüntü, maddî-mane-
vî ıztırap.
elîm:
çok acı verici, elemli.
emanet:
geri alınmak üzere bıra-
kılan şey.
emin:
güvenilir.
esma:
isimler.
fünun-i tabiiye:
tabiat fenleri; ta-
biatçılık.
gaflet:
gafillik, boş bulunma, ihti-
yatsızlık.
gaye:
maksat, amaç.
hakikat:
gerçek.
hakikat-i hâl:
durumun gerçek
yönü, işin iç yüzü.
hassasiyet-i ilmiye:
ilme ait olan
dikkat ve ihtimam.
hayat:
yaşama, canlılık, dirilik.
hidayet:
doğru olan.
hüda-i Kur’ânî:
Kur’ân’ın göster-
diği doğru yol.
ikazat:
ikazlar, uyarmalar.
iptal-i his:
hisleri, vazifelerini ya-
pamaz hâle koyma.
irade:
dileme, isteme.
malik:
mülkü veren Allah.
mazhariyet:
elde etme, nail olma,
kavuşma.
mertebe:
derece, basamak.
mevt:
ölüm, vefat.
muhafaza:
koruma.
muhtaç:
ihtiyacı olan.
muhtelif:
çeşitli.
musibet!:
felâket, belâ.
müştak:
iştiyaklı, arzulu, âşık.
mütefavit:
birbirinden farklı.
nam:
isim.
netice:
sonuç.
numune:
örnek.
razı:
hoşnut olma.
rıza:
razı olma, kabul etme.
rızık:
yiyecek, içecek şey, azık.
sabıkan:
evvelce, bundan ön-
ce.
safa:
rahat ve huzurlu olma,
gönül şenliği.
suret:
biçim, tarz.
şuunat:
işler.
tağut:
insanları Allah’a karşı
isyana sevk eden, her batıl
ma’bud.
takat:
bir şeyi yapabilme, ba-
şarabilme gücü.
tarz:
biçim, suret.
tecrübe:
deneyim.
tekâlif:
teklifler.
terhis:
izin verme, serbest bı-
rakma.
teslim:
bir emaneti yerine ver-
me.
tezayüt:
artma, ziyadeleşme.
vazifeperver:
vazife sever.
1.
Hiç şüphesiz biz Allah’ın kullarıyız ve sonunda yine Ona döneceğiz. (Bakara Suresi: 156.)
o
n
Y
edinci
l
em
’
a
| 300 | Lem’aLar