gelirken geri kalır. demek, ehl-i keşfin muttali olduğu mu-
kadderat mutlak olmadığını, belki bazı şeraitle mukayyet
bulunduğunu ve o şeraitin vuku bulmamasıyla o hâdise
de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallâk gibi,
levh-i ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan levh-i
Mahv-İspat’ta mukadder olarak yazılmıştır.
(1)
gayet na-
dir olarak levh-i ezelîye kadar keşif çıkar. ekseri oraya
çıkamıyor.
İşte bu sırra binaen, geçen ramazan-ı şerifte ve kurban
Bayramında ve daha başka vakitlerde, istihraca binaen
veya keşfiyat nev’inden verilen haberler, muallâk olduk-
ları şeraiti bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber
verenleri tekzip etmiyorlar. Çünkü mukadder imiş, fakat
şartı gelmeden o da vukua gelmemiş.
evet, ramazan-ı şerifte bid’aların ref’ine ehl-i sünnet
ve Cemaatin ekseriyetle halis duası bir şart ve bir sebeb-i
mühim idi. Maalesef camilere ramazan-ı şerifte bid’alar
girdiğinden, duaların kabulüne set çekip fereç gelmedi.
nasıl ki, sabık hadisin sırrıyla, sadaka belâyı ref eder; ek-
seriyetin halis duası dahi ferec-i umumîyi cezbeder. kuv-
ve-i cazibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi.
İKİNCİ meraKLı SUaL
Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşı-
sında bana, hem alâkadar olduğum çok kardeşlerime ka-
vi bir ihtimalle fereç verecek bir teşebbüs etmek lâzım-
ken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek, bilâkis, beni
tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde
alâkadar:
ilgili, münasebetli.
belâ:
musibet, sıkıntı.
bid’a:
dinin aslına uymayan âdet
ve uygulamalar.
bilâkis:
aksine, tersine.
binaen:
-den dolayı.
cezp:
kendine doğru çekme.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
ecel-i muallâk:
Levh-i Mahv-ı İs-
pat’ta kayıtlı olarak yazılı, bazı
şartlara bağlı olan ecel.
ehemmiyet:
önem.
ehl-i dünya:
dünya adamı, ahireti
düşünmeyen.
ehl-i keşif:
keşif ehli, bazı sırları,
bilinmeyen hakikatleri, Cenab-ı
Hakkın lütuf ve ihsanı ile bilen ve-
lîler.
ehl-i Sünnet ve Cemaat:
Hz. Pey-
gamberin sünnetinden ve yolun-
dan ayrılmayanlar.
ekser:
pek çok.
ekseriyet:
büyük kısım, çoğunluk.
ferah:
gönül açıklığı, sıkıntısız ol-
ma.
ferec-i umumî:
umumî ferahlık,
genel ferahlık.
fereç:
ferahlık, sevinç.
fütuhat:
zaferler, fetihler.
gayet:
son derece.
hadis:
Hz. Muhammed’e (asm) ait
söz, emir, fiiller.
hâdise:
vakıa, olay.
halis:
samimî.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
ihtimal:
olabilirlik.
istihraç:
bazı işaretleri beliren şey-
lerden ileriye ait olacak şeyleri çı-
karmak.
kavi:
kuvvetli, güçlü.
keşfiyat:
evliyanın, Allah’ın ilham
etmesiyle gösterdikleri gaypla il-
gili sırlar, manevî sırlar, keşifler.
keşif:
bir şeyin olacağını önceden
bilme, olup biteceği önceden öğ-
renme.
kuvve-i cazibe:
çekme kuvveti,
cezp etme kuvveti.
leh:
onun tarafına, ondan yana.
Levh-i ezelî:
ezelî levha, Cenab-ı
Hakkın, olmuş ve olacak her şe-
yin üzerinde yazılı olduğu ezelî
levhası.
Levh-i mahv-İspat:
Cenab-ı Hak-
kın yazar, ifade eder, sonra da bo-
zar tahtası hükmünde olan işleri.
maalesef:
ne yazık ki.
muallâk:
bağlı, alâkalı, ilgili.
mukadder:
takdir olunmuş, alın
yazısı.
mukadderat:
Allah tarafından
ezelde takdir olunmuş şeyler, ile-
ride meydana gelecek hâller
ve olaylar.
mukayyet:
kayıtlı.
muttali:
bir işten haberli, ha-
berdar.
nadir:
seyrek.
nevi:
çeşit, tür.
ramazan-ı şerif:
mübarek, şe-
refli ramazan ayı.
ref:
kaldırma.
sabık:
geçen.
sadaka:
Allah rızası için ihti-
yaç sahibi fakirlere yapılan
yardım.
sebeb-i mühim:
önemli se-
bep.
set:
tıkamak, kapamak, mâni
olmak.
sır:
gizli hakikat.
sual:
soru.
şerait:
şartlar.
tazyik:
zorlama, baskı, sıkıntı
verme.
tekzip:
yalanlama.
teşebbüs:
girişme.
vakit:
zaman.
vaziyet:
durum.
vaziyet-i siyasiye:
siyasî du-
rum, vaziyet.
vuku:
olma, meydana gelme.
vücut:
var olma.
zarfında:
süresince.
1.
Bkz. Nevevî, ŞerhuSahih-iMüslim, 16:114; İbni Hacer, Fethu'l-Bâri, 10415-416.
o
n
a
lTıncı
l
em
’
a
| 268 | Lem’aLar